Mesnevi-i Nuriye | Zeylül Zeyl | 146
(143-148)

Çünkü küll cüz’de dahildir. Ona ne lâzımsa buna da lâzımdır. Mes’ele bu iki şıktan hâriç değildir. Biri vâcib, diğeri mümtenîdir.

Hülâsa: Bir hüceyrenin vücûda gelmesi kendisine isnad edilirse, kâinata muhit olan sıfatlar kendisinde lâzımdır. Esbâba isnad edilirse, âlemdeki bütün esbâbın o hüceyrede içtimaları lâzım gelir. Halbuki sineğin iki eli sığmayan bir hüceyre, iki ilahın tasarrufuna mahal olabilir mi? Hâşâ!..

Maahazâ, hüceyreden tut, âleme kadar her bir şeyin bir nevi vahdeti vardır. Öyle ise, Sâni de vâhid olacaktır. Çünkü vâhid ancak vâhidden sudur eder. Ve keza, bir habbe şemsi ziyâsiyle, rengiyle (tecelli sûretiyle) içine alabilir. Fakat masdariyet i’tibâriyle, bir habbe, iki habbeyi içine alıp onlara masdar olamaz. Ve keza, vücûd-u hâricî, vücûd-u misalîden daha sâbit, daha muhkemdir. Vücûd-u hâricîden bir nokta, vücûd-u misalîden bir dağı içine alabilir. Kezalik, vücûd-u vücubî; daha kavi, daha rasih, daha sâbittir. Belki de vücûd-u hakîki, vücûd-u hâricî ondan ibârettir.

Binâenaleyh, ilm-i muhit-i ezelîde temessül eden imkânî vücûdlar, vücûd-u vücubî’nin tecelliyat-ı nuriyelerine âyine ve ma’kesdirler. Öyle ise ilm-i ezelî, imkânî vücûdlara âyine olduğu gibi, imkânî vücûdlar da vücûd-u vücubîye âyinedir. Sonra o imkânî vücûdlar, ilm-i ezelîden vücûd-u hâricîye intikal etmişlerse de, vücûd-u hakîki mertebesine vâsıl olmamışlardır.

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kevn ve vücûd sahasında durup, ahvâl-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür’atle anlar ki: Te’sir ve fâiliyet; lâtif, nurânî, mücerred olan şeylerin şe’ni olduğu gibi; infiâl, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hassasıdır. Evet misal olarak semâdaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semâda iken ziyâsiyle yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir te’siri var ve ne de bir fiili var.

Ve keza, eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey lâtif, nurânî ise, sebeb ve fâil olmaya kesb-i liyâkat eder. Kesafeti nisbetinde de infiâl ve müsebbebiyet mertebesine yaklaşıyor. Bundan anlaşılıyor ki, esbâb-ı zâhiriyenin Hâlıkiyle, müsebbebatın mûcidi, ancak ve ancak Nur-ül Envâr, Sâni-i Ezelî’dir.

Səs yoxdur