Siracinnur Mecmuası | Onüçüncü Lema | 125
(108-130)

Elcevab: Sâbık işâretlerde tebeyyün etti ki: İnsan, îcadsız bir cüz-i ihtiyarî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i i’tibâri teşkil ile ve sübût vermekle müdhiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevâsı dâima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hâsıl olan seyyiatın mes’uliyetini, o çeker. Çünkü onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şer ademî olduğu için, abd ona fâil oldu. Cenâb-ı Hak da halketti. Elbette o hadsiz cinâyetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azab ile çekmeye müstehak olur.

Amma hasenat ve hayrat ise, mâdem ki vücûdîdirler; kesb-i insanî ve cüz-i ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan, onda hakîki fâil olamaz. Ve nefs-i emmâresi de hasenata tarafdar değildir, belki Rahmet-i İlâhîyye onları ister ve Kudret-i Rabbânîye îcad eder. Yalnız insan, îman ile, arzu ile, niyet ile sâhib olabilir. Ve sâhib olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücûd ve îman ni’metleri gibi sâbık hadsiz Niam-ı İlâhîyyeye bir şükürdür, geçmiş ni’metlere bakar. Va’d-ı İlâhî ile verilecek Cennet ise, Fazl-ı Rahmanî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakîkatta fazıldır.

Demek seyyiatta sebeb, nefistir, mücâzata bizzât müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Haktandır, illet de Haktandır. Yalnız, insan îman ile tesâhub eder. “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.

Üçüncü Sual: Beyânat-ı sâbıkadan da anlaşılıyor ki; seyyiât, intişar ve tecâvüz ile taaddüd ettiğinden, bir seyyie bin yazılmalı, hasene ise vücûdî olduğu için maddeten taaddüd etmediğinden ve abdin îcadiyle ve nefsin arzusuyla olmadığından hiç yazılmamalı veya bir yazılmalı idi. Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve ba’zan bin yazılır?

Elcevab: Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmet ve cemâl-i rahîmiyyetini o sûretle gösteriyor.

Dördüncü Sual: Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidâyete galebeleri gösteriyor ki: Onlar bir kuvvete ve bir hakîkata istinâd ediyorlar. Demek ya ehl-i hidâyette zaaf var, ya onlarda bir hakîkat var?

Elcevab: Hâşâ... Ne onlarda hakîkat var, ne ehl-i hakda zaaf vardır. Fakat maatteessüf kasîrü’n-nazar muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine halel geliyor. Çünkü diyorlar: “Eğer ehl-i hakda tam hak ve hakîkat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet olmamak gerekti. Çünkü: Hakîkat kuvvetlidir.

Səs yoxdur