Şualar | Yedinci Şuâ | 164
(103-191)

Sonra o sükûnetsiz misâfir kendi kalbine dedi: Ehl-i îmanın, hususan ehl-i tarîkatın her vakit tekrarla


demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki: Tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor. Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibâdet-i îmâniyedir. Öyle ise, gel bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakîki tevhid, yalnız tasavvurdan ibâret bir mârifet değildir. Belki, ilm-i Mantık’ta tasavvura mukabil ve mârifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.

Ve tevhid-i hakîki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbını bulabilir. Ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa Rabbını bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzımgelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve îcad ve ibdâ’ âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş “Beş hakîkat-ı muhita” hükmediyorlar; bedahetle tevhidi isbat ederler.

BİRİNCİSİ: Kibriya ve azamet hakîkatıdır. Bu hakîkat, İkinci Şuâ’ın İkinci Makam’ında ve Risâle-i Nur’un müteaddid yerlerinde bürhanlarla îzah edildiğinden burada bu kadar deriz ki: Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda aynı tarzda îcad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garb ve cenub ve şimâlinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir sûrette halkedip tasvir eden.. hem


yâni gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acib bir hâdiseyi, hâzır ve göz önünde bir hâdise ile isbat etmek ve onun gibi acib bir tanzir olarak zeminin yüzünde bahar mevsiminde haşr-i a’zâmın yüz binden ziyâde misâllerini gösterir gibi,

Səs yoxdur