Şualar | OnBirinci Şuâ | 255
(205-299)
Dokuzuncu Mes’ele


ilâ âhir-il-âye...


Bu âyet-i ecma ve âlâ ve ekber’in bir küllî ve uzun nüktesini beyân etmeğe, bir dehşetli ma’nevî sual ve bir azametli ve İlâhî bir ni’metin inkişafından neş’et eden bir hal sebebiyet verdiler. Şöyle ki: Ma’nen ruha geldi; neden bir cüz’î hakîkat-ı îmaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete îman bir Güneş gibi o karanlığı izâle etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükûn ve hakîkat-ı îmaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sâir erkân-ı îmaniyeye îmanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor?

Elcevap: Îman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakîkattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü her bir rükn-ü îmanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sâir erkân-ı îmaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gâyet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakîkat nazarında bir tek rüknü, belki bir hakîkatı iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer; insaniyeti mahvolur. Hem maddî, hem ma’nevî Cehennem’e gider.

Səs yoxdur