Kuvve-i dâfia dalında; âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında; hüsnü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehavet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki veçhini beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Ene’nin bir vechini Nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubûdiyet-i mahzanın menşe’idir. Yâni; ene, kendini abd bilir. Başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir. Yâni; başkasının mânasını taşıyor, fehmeder. Vücudu, tebeîdir. Yâni; başka birisinin vücudu ile kaim ve îcadıyla sabittir, îtikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yâni: Kendi mâlikinin izni ile; sûrî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikatı, zılliyedir. Yâni, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zıldir. Vazifesi ise, kendi Hâlikının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mîzan olarak, şuurkârane bir hizmettir. İşte enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya; ene’ye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikatı anlamışlar. Bütün mülkü Mâlikül Mülke tes lim etmişler ve hükmetmişler ki: O Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde, ne Rubûbiyetinde, ne Ulûhiyetinde şerik ve nazîri yoktur; muîn ve vezire muhtaç değil; herşey’in anahtarı O’nun elindedir; herşey’e Kadir-i Mutlaktır; esbab, bir perde-i zâhiriyedir; tabiat, bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır. İşte, şu parlak nuranî güzel yüz, hayatdar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki; Hâlik-ı Zülcelâl bir şecere-i tûba-i ubûdiyeti ondan halketmiştir ki,