İman ve Küfür Müvazeneleri | Birinci Lema | 179
(176-179)

Tâ ki, nur-u îmân ile ve Kur’ân’ın mehtabiyle istikbâlimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılâb etsin. Ve mütemâdiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’ân-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i mânevîye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sâhil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân’la, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vâsıtamız olsun.

Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hânesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de; hadsiz ebedî Cenneti dahi müştâkane sever. Elbette böyle bir insanın Ma’bûdu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksûdu öyle bir zât olabilir ki, umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. Elbette öyle bir insan daima Yûnusvâri (A.S.)

demeye muhtaçtır.


Səs yoxdur