İman ve Küfür Müvazeneleri | Birinci Mektub | 198
(197-199)

Ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.

İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem; onunla sahife-i a’mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u Esmâ-i İlâhiyeye döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedît hırs ve taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecâzî aşk, hakikî aşka inkılâb eder. Yoksa

sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek, hususî, kararsız dünyasını, aynı umumî dünya gibi sâbit bilip, kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedît hissiyat ile ona sarılsa, onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azapdır. Çünki o muhabbetten yetîmâne bir şefkat, me’yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır; hattâ güzel ve zevâle mâruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedît şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki:

Səs yoxdur