İşaratu-l İcaz | Surei Fatiha | 28
(19-29)

İstimrar ve devam şe’ninde olan isimlerden ism-i mef’ul olarak zikredilmesi ise, şer ve isyanların devam edip, tevbe ve afv ile inkıta etmedikleri takdirde kat’ileşeceğine ve silinmez bir damga şekline geçeceğine işârettir. Üçüncü fırka ise, vehim ve heva-yı nefsin, akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir i’tikâda tâbi olarak nifaka düşen bir kısım Nasârâ’dır. Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur’ân-ı Kerîm, o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir. Ve ism-i fâil olarak zikrindeki sebeb ise; dalâletin dalâlet olması, devam etmesine mütevakkıf olup, inkıtaa uğradığı zaman afva dâhil olacağına işârettir.

Ey arkadaş! Bütün lezzetler îmanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun îzahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecrâm-ı semâvîyeden istimdâd etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecrâm, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çâresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni’ ile haşri i’tikâd etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?

Evet, o biçâre, havf ve heybetten, acz ve ra’şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me’yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup, kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hâcetlerine bakar; def’edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi gârib görür. Dünyaya geldiğine bin def’a nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nûr-u îmanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nurânî bir halete inkılâb eder. Şöyle ki:

O şahıs, hücum eden belâları, musîbetleri gördüğü zaman, Cenâb-ı Hakk’a istinâd eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, isti’dâdlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâü’l-hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrâma bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder..

Səs yoxdur