Mesnevi-i Nuriye | Lasiyyyemalar | 46
(33-49)

Maahazâ, insanların haşri nebâtâtın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder? Haşrin îcadına olan vaadi ise, bütün enbiyânın tevâtürüyle ve büyük insanların icmâiyle sâbit olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’in lîsaniyle de sâbittir.

Ezcümle:

olan âyet-i kerîme, büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin îcadına söz veriyor. Fakat, ba’zı insan pek nankördür ki; bütün mevcûdât, sıdkına ve hak olduğuna delâlet ettiği o Mâlikül Mülkün sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanına ve ahmaklığına i’timat eder.

Ve keza, bu âlemde pek ihtişamlı bir rubûbiyet âsâriyle şaşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet görüyoruz ki: Koca arz sekenesiyle beraber ehlî, zelil, mutî bir hayvan gibi o rubûbiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sâir bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyaratiyle tanzim ve teshiri ve sâir vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rubûbiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zaîf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rubûbiyetin pek azîm ve geniş dâiresi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mu’cizelerini teşhir ve i’lân için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki, tahrib edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâki bir âleme cüz’ olmak için tebdil edilecektir. Binâenaleyh, bu tebeddülât ma’razi olan âlemin Sânii için diğer tagayyürsüz, sâbit bir âlemin vücûdu zarûridir.

Maahaza, zâhirden hakîkata geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-u münevvere aktabı ve ukûlü nurânîye erbabı ve kurb-u huzur-u İlâhîde dahil olanlar, o Zât-ı Zülcelâl’in mutîler için bir dâr-ı mükâfat ve âsiler için bir dâr-ı mücâzat ihzâr ettiğini ve pek metîn vaadler ile şedid tehditleri olduğunu kat’i ihbar ediyorlar. Ma’lûmdur ki, vaadleri îfa etmemek bir zülldür. Hâlık-ı Âlem züll ve zilletlerden münezzehtir.

Səs yoxdur