Çünkü, mahlûkatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef’âlinde serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise; elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz’î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın dâire-i tasarrufunun hâricinde olamaz.
Evet, bu çok ma’nidar kasem-i Muhammedî’nin (A.S.M.) ifâde ettiği gâyet muazzam ve muhit bir tevhîd-i Rubûbiyettir. Ve bu tevhidin isbatına dâir yüz belki bin bahir bürhanlar, Sirâcınnûr olan Risâle-i Nur’da beyân edildiğinden, bu hakîkat-ı âliyenin tafsilât ve isbatını ona havale ederek bu “İkinci Şuâ”da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakîkat-ı îmaniyenin birinci makamında; gâyet lâtif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gâyet muhtasar bir sûrette beyânla, o meyvelere benim kalbimi sevkeden zevklerime ve hislerime işâret edilecek. İkinci Makam’da ise bu kudsî hakîkatın üç küllî muktazîsi ve esbâb-ı mûcibesi beyân edilir ve o üç muktazî üç bin muktazilerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam’da, o hakîkat-ı tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üç yüz alâmet ve emâre ve delil kuvvetindedirler.
Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.
Evet, hadsiz cemâl ve kemâlât-ı İlâhîye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesabsız ihsanât ve baha-i Rahmânî ve gâyetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasiyle şecere-i hilkatin nihayâtındaki cüz’iyatın sîmalarında temerküz eden cilve-i esmâda görünür.
Meselâ; iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdâdına umulmadık bir yerden, yâni kan ve fışkı ortasından beyaz, sâfi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise, tevhid nazariyle bakıldığı vakit,