Şualar | İkinci Şuâ | 10
(5-43)

Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir ni’met, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırriyle birden bütün emsâline omuz omuza verip ittisâl ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhî’yi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi,


sırriyle bir âyine-i cemâl-i İlâhî olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.

Hem, tevhid sırriyle, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhîyye, bir ehadiyet-i Rabbânîyye ve sıfât-ı seb’aca ma’nevî bir sîma-i Rahmânî ve temerküz-ü esmâî ve


deki hitâba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyyet, o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihâtalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü; azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zâhir bir sûrette anlaşılır ki, onun Sânii, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnûiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın ma’nevî bir teşahhusu, bir taayyünü îmana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlûkıyeti arkasında gâyet aşikâr bir tarzda o ma’nevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile, îmanla müşahede olunur.

Səs yoxdur