Şualar | Dördüncü Şuâ | 85
(63-96)

Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden ma’nevî ve kerîmane bir muamele, bir muarefe ve lîsan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu Güneş gibi zâhir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve ni’metlendirmek ikramı ise, gâyet esaslı bir irade-i şefkat ve gâyet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakîkatının şe’ni bulunan nihayet kemâlde bir cemâl-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezâli ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemâl kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat sûretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’âm ve ihsân vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yâni kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.

İkinci Nükte: Nev-i insanda, husûsan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gâyet esaslı bir sûrette bulunan şedid bir aşk-ı lâhutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbânîye, bilbedahe misilsiz bir cemâle işâret, belki şehâdet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemâle bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcûdâtta lîsan-ı hal ve lîsan-ı kal ile edilen umum hamd ve senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, câzibedar hakîkatler, ezelî ve ebedî bir hakîkat-ı cazibedara işâretlerdir. Ve ecramı ve mevcûdâtı mevlevî-misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedârâne harekât ve deveran, o Hakîkat-ı Câzibedarın Cemâl-i kudsîsinin hükümdârâne tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedârâne bir mukabeledir.

Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaiyle vücûd hayr-ı mahzdır, nurdur. Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücûddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musîbetler, elemler -hatta masiyetler- ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.

Səs yoxdur