Şualar | Yedinci Şuâ | 144
(103-191)

hiçbirisinin ona yetişemediğini, hatta en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil.” Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak. Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hatta hiçbir ahmak diyemez. Demek mertebe-i belâgatı umumun fevkindedir. Hatta bir adam



âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hârika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.” O’na denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da kendini Kur’ândan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcûdât-ı âlem perişan, karanlık câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak hâlî, hadsiz, hududsuz bir fezâda; kararsız, fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’ânın lîsanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayatdarâne zikir ve tesbihde ve vazife başında cûş u huruşla mes’udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşâhede etti ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek sâir âyetleri buna kıyasla Kur’ânın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istilâ ederek haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân, öyle hakîkatlı bir halâvet göstermiş ki; en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ânı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halâvetini ziyâdeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garâbet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor.

Səs yoxdur