İman ve Küfür Müvazeneleri | Yirmibeşinci Söz | 135
(133-140)

Amma hikmet-i Kur’âniye ise: Nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakk”ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve Rızayı İlâhî”yi kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine “Râbıta-i dînî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, “hevesat-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecâvüzatına sed çekip ruhu, maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevkedip insan etmektir.” Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dînin şe’ni uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûb düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden yalnız nümune olarak üç dört mes’eleyi göstereceğiz. Evet Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. Meselâ: Medeniyetin bütün cem’iyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbârâne şedid inzibat ve nizamatlariyle, bütün ahlâkî terbiyegâhlariyle, Kur’ân-ı Hakîm’in iki mes’elesine karşı muaraza edemeyip mağlûb düşmüşlerdir. Meselâ:

Kur’ân’ın bu galebe-i i’cazkâranesini bir mukaddeme ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Səs yoxdur