Muhakemat | Üçüncü Makale | 102
(90-137)

Tenbih: Nasılki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı san’atına bürhandır. İkisi beraber bu mes’eleyi isbat eder.

Telvih: Acaba nizam-ı âlemdeki san’attan daha dakik, daha acib, daha garîb, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zîra fünûn; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve san’at ve hikmetine şehâdet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakîkatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.

Evet zemîn ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecrâm-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’ân’ın ba’zısı, ba’zısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, ba’zı sutûru arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.

İşâret: Eğer desen: Ba’zı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zâhir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Ba’zı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücûda bir münâsebet gösterir.

Elcevab: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücûd-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yâni âlemden Sânii müşahede etmek tarîkıyla ta’kib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcûdâta tecelli-i esmâ ve sıfatı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye ta’bir ettikleri hakâikı başkalar anlamadılar... Sû-i tefehhüm ile kendi isti’dâd-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler.

Səs yoxdur