Şualar | Yedinci Şuâ | 133
(103-191)

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlhâm ise gölgelidir, renkler karışır, umûmîdir. Melâike ilhâmları ve insan ilhâmları ve hayvanât ilhâmları gibi, çeşit çeşit, hem pekçok envalarıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbânîyenin teksirine medâr bir zemin teşkil ediyor.


âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra; ilhâmın mâhiyetine ve hikmetine ve şehâdetine baktı, gördü ki: Mâhiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküb ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen, kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuran ve sohbeten dahi sevdirmek, Vedudiyet’in ve Rahmâniyet’in muktezasıdır.

İkincisi: İbadının dualarına fiilen cevab verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruâtlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kaviller ile de imdada yetişmesi, rubûbiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zaîf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi mâlikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hâfızını bulmağa pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücûdunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi bir nevi mükâleme-i Rabbânîye hükmünde sayılan bir kısım sâdık ilhâmlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihde, onun kabiliyetine göre onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücûdunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcib bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhâmın şehâdetine baktı, gördü: Nasıl ki, Güneşin —faraza— şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı.

Səs yoxdur