Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır. Amma Medeniye sûre ve âyetlerde birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan, mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve hâlin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli bir üslûbla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve îmanın rükünlerini değil, belki medâr-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyânı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde ekseriyetle tafsil ve îzah ve sâde üslûbla beyânat içinde Kur’âna mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyânla, birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini îman-ı billah ile te’min eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve îmaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvîleştirir. Risâle-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen
gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu Yirmi Beşinci Söz’ün İkinci Şulesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pekçok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyân ederek, o hülâsalarda bir mu’cize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de isbat etmiş. Evet, Kur’ân, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimâîyenin beyânı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sâde üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine
çevirerek Kur’ânı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akide ve îman ve zikir ve fikir ve duâ ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur’âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâgatlarından ayrı ve parlak mu’cizane bir cezalet izhar eder.