— Ben sevâd-ı âzama tâbi olmak isterim. Sevâd-ı âzam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem, demişlerdir.
Dâr-ül-hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarûreti ayırdıktan sonra, mütebakisini bana vererek, “Hıfzet!” derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Sonra bana dedi ki: “Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarfettin? Mâdem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!”
Bir müddet aradan geçti... Hakâikten on iki te’lifatını tâbettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o te’lifatların tab’ına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını suâl ettim. Dedi ki:
— Maaştan bana kût-u lâyemut câizdir; fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum...
Dâr-ül-hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü, orada müştereken iş görmek için ba’zı mâniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki; Dâr-ül-hikmet-il-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi te’siratı, Dâr-ül-hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyete muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.
“Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul’da, bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmış iken, bir gün İstanbul’un Eyüp Sultan Kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden bakıyorum, benim husûsi dünyam vefat ediyor, ba’zı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayâliye bana geldi.