sadeleştirme ile akalı yayınlanan bildiriler. 15 Şubat 2012
2012 ve 1990 Yıllarında Bediüzzaman Hazretlerinin
hayatta olan talebeleri tarafından sadeleştirme ile akalı yayınlanan bildiriler:
hayatta olan talebeleri tarafından sadeleştirme ile akalı yayınlanan bildiriler:
Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından sadeleştirme ile akalı yayınlanan bildiridir:
Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:
1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.
2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.
3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!
4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.
5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?
6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.
7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.
8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:
“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”
9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.
Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri
Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı
1990 yılındaki beyanat:
22 Ocak 1990 tarihli Zaman Gazetesinde “Hakkın Hatırı İçin mi?” başlığı altında ve Şemseddin Nuri müstear ismiyle neşredilen yazıda, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliliği iddiası ileri sürülmüştür. Buna delil olarak da elyazma Kastamonu Lâhikasından alınma ve yeni yazıda neşredilmemiş olan bir-iki satır yazı gösteriliyor. Hem Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine mani oldukları iddiasıyla Nur hizmetiyle bizzat meşgul olan fedakâr hâdimleri de itham edilmektedir.
Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve bütün Nur talebelerinin ve bilhassa Risale-i Nur’un küllî hukuku namına, hem bundan böyle tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin de bu mucize-i Kur’aniyeden feyiz ve ışık alarak Nura talebe olma namzedlikleri itibariyle o milyonlar mâsumların da hukuk-u maneviyeleri nâmına Hz. Üstada sadakat borcumuz olarak deriz ki:
Şimdiye kadar böyle gazete lisanıyla, Risale-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve âdeta meydan okuma edasıyla böyle bir itiraz yapılmamıştı.
Yazıda Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine delil olarak gösterilen ve elyazma Kastamonu Lâhikasından alınan o iki cümleyi Hz. Üstad Kastamonu Lâhikasınm yeni yazıyla neşre hazırlanışında kaldırmıştır. Elimizdeki orijinal nüshalarda bu husus mevcuttur. Mezkûr cümlenin geçtiği paragrafın tamamı ise şöyledir:
“Sâniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a- nın Ism-i Adi ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyet-ül Kübra’nın “Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir” diye başlayan Birinci Makam’ın başından, ilham vahiy mertebeleri hâriç kalıp tâ Onsekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikati tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra oniki- lik top güllesi gibi atabilirsiniz.”
İşte gazetede sadeleştirmeye delil olarak gösterilen o iki cümle, bu parçanın devamı idi. Kastamonu hayatında yazdığı bu cümleyi şimdi ele alarak, mâna ve makamını nazara almadan, küllî bir sadeleştirmeye delil getirmek hatadır. Çünki böyle bir yanlış anlayışa meydan vermemek için Hz. Üstad yeni yazı neşirde bu cümleyi çıkarmıştır. Zira o cümlenin mâna ve makamı: Kendi tasarruf ve nezareti altındaki o cüz’î hâdiseye münhasırdır. Ve hem bundan sonraki hayatı ve neşir hususundaki tatbikatı bizce yakînen biliniyor ki; bu cümleden anlaşılmak istenilen mâna gibi değildir.
Eğer böyle bir sadeleştirme müellifçe gerekli görülseydi, 1940’tan 1960’a kadarki neşriyat devresinde fiilen tatbik eder veya ettirirdi. Halbuki sadeleştirme ihtiyacı yani dilin değişmesi 1940’tan sonra daha da artmıştı. Bu kadar açık bir mantık tenakuzunu anlamamak nedendir?
Kastamonu hayatından sonra Denizli hapsinde on ay hapis ve beraetten sonra Emirdağı’nda ikameti sırasında; Afyon hapsinden evvel İsparta ve İnebolu’da teksir edilen Zülfikar, Siracünnur, Tılsımlar, Asa-yı Musa, Sikke-i Tas- dik-i Gaybî eserlerini defalarca müellif-i muhterem kendisi bizzat okuyup tashih ettiği gibi, 1956’dan sonra Ankara ve İstanbul’da yeni yazıyla neşrine izin verdiği, teşvik ve takip ettiği Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, İşârat-ül İ’caz, Asa-yı Musa, Mesnevi-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve sair diğer küçük eserleri bizzat Hz. Üstad tarafından yanındaki talebeleriyle beraber okunmuş, efkâr-ı ammeye ve istikbal nesillerine arzedilmiştir.
Risale-i Nur’un neden sadeleştirilemiyeceğinin çeşitli hikmetlerini anlatan Hz. Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin birçok ifade ve beyanları vardır. Nümune olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz:
“Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’aniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünki hakaik-i îmaniyye ve Kur’aniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasiyle yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor (Mektubat: 372)
"Elli-altmış risaleler (şimdi yüzotuzdur) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamıyan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmıyan bir tarzda t e’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avâma belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zâhir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı mânevisinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’aniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.” (Mektubat: 373)
“Kur’an’m bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat: 383)
Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani yazarın “Risaleler, ifadeler ve üslûb bakımından tekrar gözden geçirilmelidir” iddiasına karşı, Hz. Üstadın bir nevi cevabına bakınız: “Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki; öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”
Hz. Bediüzzaman’ın âlim, fâzıl ve edib talebelerinden merhum Ahmed Feyzi, Risale-i Nur’un tarz-ı beyanının ulviyetini şöyle ifade ediyor:
“Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesâil-i İlmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden., ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden., ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden., ve bir derya-yı îman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?..” (Şualar sh. 564)
Risale-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim’in lâhikadaki fıkrasından bir parça:
“Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’m taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek istiyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kavl-i şerifi
nin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, “Risale-i Nur”, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedecekle- rine dair işaret-i Kur’’aniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim. ” (Emirdağ L. I sh. 99)
(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u Islâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Haşan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi; neşrine lüzum görülmedi.)
“EY RİSALE-1 NUR! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakkın ilhâmı, Hakkın dili olup, Onun emri ve Onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve şendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal, senin bir Mu’cize-i Kur’an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmıyan bu kadar yüksek asâlet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.
Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegq’nın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesahat ve belâgatın, hutebâyi hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz.
İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi. Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!..
Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Câmi ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedred- dinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: “Bârekâllah zehî saâdet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar. ..
Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Şendeki mukayese ve muhâkemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez.
Kur’ân-ı Arabîden Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revâna gıdâsın...
Allah Allah... Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtm, Arş-ı Âzamdan indiği muhakkaktır. Çünki: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i İnsanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enâma arzeylemiştir.” (Konferans: 83-88)
“1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lügatçenin başına yazdığı; ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası sh: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz:
“Bedî-ül Beyan olan Risale-i Nur’un müellifi, Üstadımız Allâme-i Said-ün Nursî Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv.. alâik-ı dünyeviyeden inkıta’., hakikat-ı himmetle Cenab-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat, inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feyezan ve Nur-u Samedanî lemean edip sırrına mazhariyetle
sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye tele’lü’ ettiğinden., şüphesiz Risale-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve Ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rab- banî, feyz-i Samedanî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’anî., hem makbul-ü Şâh-ı Risalet (A.S.M.)., hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (R.A.).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (K.S.).. hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i manevîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikâsı.. hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (A.S.M.) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (A.S.M.) ihsan olunan cevâmi-ül kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîl-ül lafz, kesîr-ül mâna kelimat-ı câmia ikram olunması., hem Üstadımız, Esmâ-ül Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risale-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması., hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’an hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zâhir bürhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sâhibi olduğundan, Risale-i Nur belâgat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır. ”
Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risale-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risale-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misalidir.
Abdülkadir Badıllı naklediyor:
“1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabçaya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabçadır ve Arabların içinde neşredilecektir, diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:
“Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın hârikulâde üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez Üstadımızın sağlığında bu hususlarda:
1 — Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına,
2 — Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilâvesine dair istenilen müsaadelere, mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Bu Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi. Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlardan arayıp bulsunlar. ”
Eğer “şimendüfer, eczahane, santral” gibi lügatlar, “Nuriye”de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremiyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabçayı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in —kim bilir akılların ermediği ne hikmete binâen yazdığı— mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i mânevisine yükselsinler.
Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Mâdem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler
de aynen bırakırız. „ „ , . .
— Hasta Kardeşiniz —
İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risale-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimi telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...”
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hz. Üstaddan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hz. Üstadımızın verdiği cevabdır:
“Sâniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma sh. 661)
1950’den sonra “Büyük Doğu” mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risalelerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendirdi ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risale-i Nur’un sadeleştirilemiyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsûk hüccetlerle onu durdurdular.
Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risalelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşrettiğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor.
Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zâhiren muhalefetini göstermezdi. Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda yakın talebelerine hitaben şu mektubu yazmıştır:
“Aziz sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki; Risale-i Nur’un neşrinde Medresetüzzehra erkânlarının sarsılmaz, geri çekilmez himmetleri ve gayretleri, ceridelerle intişarına ihtiyaç bırakmamış. İntişardaki ihlası; ceridelerde münâfi-i ihlâs olan cereyanlara âlet olmaktan muhafaza etmiş. Hatta en ziyade Nurlara taraftar olan Sebilürreşad’ın hakkımızda neşriyatına taraftar olamazdım. Ve hatırını kırmamak için onun teşebbüslerini zâhiren reddedemedim, fakat kalben râzı değildim. Medresetüzzehra’nın ihtiyac-ı hakiki derecesinde neşriyat-ı hâlisanesi, ceridelere ihtiyaç bı-rakmamış. ”
Risalelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez.
Aynı yazarın iddiaları arasında: Risaleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplenmeye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevza kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarım âdeta hiçe sayıyor. Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanlarını külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:
“Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’aniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum. ” (Kastamonu L. sh. 5)
Aşağıdaki mektubu da Hazret-i Üstad; Afyon hapsinden tahliyesi zamanında kendi mübarek hattıyla yazmış ve Risale-i Nur’u mahkemede hararetle müdafaa eden ve sadakat gösteren talebelerine, mektubun başına isimlerini yazarak göndermiştir:
“Aziz sıddık kardeşlerim,
Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i İlmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşâallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ L. II sh. 6)
Risale-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek: Risalelerdeki hakikatlar, Kur’an’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz.
Yazıda, risaleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böy- lece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risale-i Nur’un belâgatınm üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan vârestedir.
Yazar, Risale-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr küllî mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır.
Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risale-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyonlar Nur talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risale-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telakki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gösterdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür. Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi râzı değildir. Buna bir misal olarak da:
Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risalesi’ne güya mâna daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlaadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risaleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şâhidi hem muhatabı olarak size arzedilmiştir. İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sadeleştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz?
Meselemizle alâkalı bir hatırayı Ahmed Aytimur anlatıyor:
Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu mânada bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular:
“Adamlar dünyevî hâcâtı için veya ticaret veya dünyevî bir maksat için tâ şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevî ve ebedî hayat ve saadeti için neden anlamağa çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.”
Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye dersleri gibi, Nur talebelerinin hizmete, derse ve sair talebelik vecibelerine dair, Lahikalarda ve mektubatta Hz. Üstadın müteaddit ders ve tâlimleri, ihtar ve ikazları vardır. Bu husus Hizmet Rehberi’nin başında şöyle ifade edilmiş:
“Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakikat-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakikatların ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtları- nı giderirler.” (Hizmet Rehberi, sh. 7)
Buraya kadar takdim edilen bir kısım nakil ve beyanlarla Üstad Hazretlerinin Nurların sadeleştirilmesine izin ve müsaadesi olmadığını, olamıyacağını ifadeye çalıştık. Yalnız bizim buradaki cevabî yazımız, Hz. Üstadı rehber kabul edip ona sadakat gösterenler içindir. Dikkat ve insaf ile mezkûr bedihiyata nazar eden ve mektubat-ün Nur’u okuyan herkes, Hz. Üstadın bu husustaki temâyülatını yakînen görecektir.
Eğer gençliğin ve nesillerin Nurlardan istifade ve istifazaları cidden arzu ediliyorsa, bunun yolu; Nurların sadeleştirilmesi değil, bil’akis Kur’an-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur’un te’lifindeki ve şimdiye kadar neşrolan asliyetindeki kudsiyetini muhafaza ile, genç ve körpe dimağlara, berrak gönüllere bu Kur’an nurlarının ulaştırılmasıdır. “Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. înayet-i İlâhiye ile, bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş” diyen bir üstadın hayatını, şahsiyetini ve eserlerini nazara vermektir. Ve “Nur” ism-i şerifine mazhar nuranî bir külliyetle Nurların dersinde, tahririnde, okunup yazılmasında biiznillâh tecelli eden ebedî mürşid-i manevîyi genç nesillere takdim etmektir. Ve sizden beklenen de zaten budur. Ve Allah size böyle çok büyük, çok küllî bir hizmet imkânı bahşetmiş bulunuyor. Sadeleştirme perdesi arkasında, bu küllî nimet ve mazhariyet gizlenmeye ve sathîliğe çevrilebilir. Buna asla müsaade etmeyiz ve etmemelisiniz. Evet şimdi Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği bu kadar maddî-manevî imkânlar, inâyetler içerisinde ehemmiyetle üzerinde durulacak husus: “Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” diyen bir kudsî üstadın meslek ve meşrebi içerisinde hizmete devam etmektir.
Son olarak: Hz. Üstadımızın Emirdağ ve İsparta’da dış kapının iç kısmına astırdığı ve her gelene de okumasını emrettiği ve lâhikalarda dercedilen birkaç mektubun bazı kısımlarını takdim ediyoruz:
“Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu hey’et bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa, Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar; hakiki talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi’hde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” (Emirdağ L. II sh. 104)
“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zâfiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakiki bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim. ” (Emirdağ L. II sh. 191)
Aynı mânada, Hz. Üstadın hanımlar taifesine yazdığı dersindeki bir parça ile, Nurların okunmasının, semavât ehlinin takdirine mazhar olduğuna dair bir parçayı da dercediyoruz:
“Ben işittim ki; benim size câmide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur Şâkirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur Şakirdlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz. ” (Lem ’alar: 203)
“O dersler ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daimâ bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zişuur çok mah- lûkatı vardır ki, hakâik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zineti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
Yâni: Semâvat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillâh sohbet ve zikir ve fikir ve tefekkür için bir-iki adam bir-iki nefes yâni bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sani-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sani'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeler diyemez. İş(e ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Önümü7deki Sözler ekseriyel itibariyle inşâallah o cümledendir. ” (Barla Lahikası sh. 260)
Nurlarla meşgul olmanın yani okumak, dinlemek veya yazmak suretiyle iştigalin aynen Hz. Üstadla manevî görüşmek ve ondan ders almak hükmüne geçtiğini ve bu dersler yalnız fikrî ve İlmî istifade olmayıp, Nura talebe olma ve şirket-i maneviye sırrına mazhariyet gibi küllî ve umumî bir hayır ve nura nailiyet bulunduğunu göstermektedir. Bu gibi küllî, kudsî neticeler ise? Risalelerin sadeleştirilmesi gibi tahrifat hükmüne geçen tasarruflarla elde edilmez. Ve maksadın tam aksine, gençlerin ve nesillerin istifade ve istifazalarına mâni olunmuş olur..
Risale-i Nur neşriyatında talebelerinden
Said Özdemir Ahmed Aytimur
Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerinden
Hüsnü Bayram Sungur
Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:
1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.
2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.
3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!
4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.
5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?
6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.
7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.
8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:
“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”
9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.
Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri
Mustafa Sungur, Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Salih Özcan, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı
1990 yılındaki beyanat:
EVET HAKKIN HATIRI İÇİN
22 Ocak 1990 tarihli Zaman Gazetesinde “Hakkın Hatırı İçin mi?” başlığı altında ve Şemseddin Nuri müstear ismiyle neşredilen yazıda, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliliği iddiası ileri sürülmüştür. Buna delil olarak da elyazma Kastamonu Lâhikasından alınma ve yeni yazıda neşredilmemiş olan bir-iki satır yazı gösteriliyor. Hem Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine mani oldukları iddiasıyla Nur hizmetiyle bizzat meşgul olan fedakâr hâdimleri de itham edilmektedir.
Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ve bütün Nur talebelerinin ve bilhassa Risale-i Nur’un küllî hukuku namına, hem bundan böyle tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin de bu mucize-i Kur’aniyeden feyiz ve ışık alarak Nura talebe olma namzedlikleri itibariyle o milyonlar mâsumların da hukuk-u maneviyeleri nâmına Hz. Üstada sadakat borcumuz olarak deriz ki:
Şimdiye kadar böyle gazete lisanıyla, Risale-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve âdeta meydan okuma edasıyla böyle bir itiraz yapılmamıştı.
Yazıda Risale-i Nur’un sadeleştirilmesine delil olarak gösterilen ve elyazma Kastamonu Lâhikasından alınan o iki cümleyi Hz. Üstad Kastamonu Lâhikasınm yeni yazıyla neşre hazırlanışında kaldırmıştır. Elimizdeki orijinal nüshalarda bu husus mevcuttur. Mezkûr cümlenin geçtiği paragrafın tamamı ise şöyledir:
“Sâniyen: Burada lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’a- nın Ism-i Adi ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hâtimesine kadar, Âyet-ül Kübra’nın “Evet bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir” diye başlayan Birinci Makam’ın başından, ilham vahiy mertebeleri hâriç kalıp tâ Onsekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikati tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra oniki- lik top güllesi gibi atabilirsiniz.”
İşte gazetede sadeleştirmeye delil olarak gösterilen o iki cümle, bu parçanın devamı idi. Kastamonu hayatında yazdığı bu cümleyi şimdi ele alarak, mâna ve makamını nazara almadan, küllî bir sadeleştirmeye delil getirmek hatadır. Çünki böyle bir yanlış anlayışa meydan vermemek için Hz. Üstad yeni yazı neşirde bu cümleyi çıkarmıştır. Zira o cümlenin mâna ve makamı: Kendi tasarruf ve nezareti altındaki o cüz’î hâdiseye münhasırdır. Ve hem bundan sonraki hayatı ve neşir hususundaki tatbikatı bizce yakînen biliniyor ki; bu cümleden anlaşılmak istenilen mâna gibi değildir.
Eğer böyle bir sadeleştirme müellifçe gerekli görülseydi, 1940’tan 1960’a kadarki neşriyat devresinde fiilen tatbik eder veya ettirirdi. Halbuki sadeleştirme ihtiyacı yani dilin değişmesi 1940’tan sonra daha da artmıştı. Bu kadar açık bir mantık tenakuzunu anlamamak nedendir?
Kastamonu hayatından sonra Denizli hapsinde on ay hapis ve beraetten sonra Emirdağı’nda ikameti sırasında; Afyon hapsinden evvel İsparta ve İnebolu’da teksir edilen Zülfikar, Siracünnur, Tılsımlar, Asa-yı Musa, Sikke-i Tas- dik-i Gaybî eserlerini defalarca müellif-i muhterem kendisi bizzat okuyup tashih ettiği gibi, 1956’dan sonra Ankara ve İstanbul’da yeni yazıyla neşrine izin verdiği, teşvik ve takip ettiği Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, İşârat-ül İ’caz, Asa-yı Musa, Mesnevi-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Gençlik Rehberi ve sair diğer küçük eserleri bizzat Hz. Üstad tarafından yanındaki talebeleriyle beraber okunmuş, efkâr-ı ammeye ve istikbal nesillerine arzedilmiştir.
Risale-i Nur’un neden sadeleştirilemiyeceğinin çeşitli hikmetlerini anlatan Hz. Bediüzzaman’ın ve yakın talebelerinin birçok ifade ve beyanları vardır. Nümune olarak bunlardan birkaçını zikrediyoruz:
“Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-ı îmaniyye ve Kur’aniyyeyi hatta en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i İlâhiyyedir. Çünki hakaik-i îmaniyye ve Kur’aniyye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasiyle yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor (Mektubat: 372)
"Elli-altmış risaleler (şimdi yüzotuzdur) öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamıyan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkeb bir ehl-i tedkikin sa’y ve gayretiyle yapılmıyan bir tarzda t e’lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet olduklarını gösteriyor. Çünki bütün bu risalelerde, bütün derin hakaik, temsilât vasıtasıyla, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük âlimler “tefhim edilmez” deyip, değil avâma belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede; benim gibi türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zâhir hakikatları dahi müşkilleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o su’-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve suhulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur’an-ı Kerîm’in i’caz-ı mânevisinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’aniyyenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır.” (Mektubat: 373)
“Kur’an’m bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; belki muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki, öyle ister; ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.” (Mektubat: 383)
Lütfen geçen cümleye dikkat edilsin. Yani yazarın “Risaleler, ifadeler ve üslûb bakımından tekrar gözden geçirilmelidir” iddiasına karşı, Hz. Üstadın bir nevi cevabına bakınız: “Muntazam, güzel hakaik-ı Kur’aniyenin mübarek kametlerine yakışacak mevzun, muntazam üslûb libasları, kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki; öyle ister ve bir dest-i gaybîdir ki, o kamete göre keser, biçer, giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız.”
Hz. Bediüzzaman’ın âlim, fâzıl ve edib talebelerinden merhum Ahmed Feyzi, Risale-i Nur’un tarz-ı beyanının ulviyetini şöyle ifade ediyor:
“Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesâil-i İlmiyede ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden., ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanda bu kadar câzibedâr bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir hararet izhar eden., ve gayet feyyaz bir aşk ve heyecan terennüm eden., ve bir derya-yı îman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?..” (Şualar sh. 564)
Risale-i Nur’un çok eski, çok sâdık ve çok fedakâr bir talebesi merhum Halil İbrahim’in lâhikadaki fıkrasından bir parça:
“Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’m taht-ı tasarrufunda olduğundan, ona uzanan, ilişmek istiyen her el kırılır ve her dil kurur. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın kavl-i şerifi
nin îma ve işâratından, şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, “Risale-i Nur”, Türkçede, lisan üzerinde de imam olacağına; yâni yarın hâlis Türkçe olan Risale-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip diğerlerini terkedecekle- rine dair işaret-i Kur’’aniyedendir demiş olsam hatâ etmemiş olurum zannederim. ” (Emirdağ L. I sh. 99)
(Mekteb-i fünunda ve ulûm-u Islâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Haşan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi; neşrine lüzum görülmedi.)
“EY RİSALE-1 NUR! Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakkın ilhâmı, Hakkın dili olup, Onun emri ve Onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve şendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal, senin bir Mu’cize-i Kur’an olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmıyan bu kadar yüksek asâlet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.
Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegq’nın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesahat ve belâgatın, hutebâyi hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edâlı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibâreli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz.
İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi. Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!..
Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Câmi ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedred- dinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: “Bârekâllah zehî saâdet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!” diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar. ..
Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Şendeki mukayese ve muhâkemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez.
Kur’ân-ı Arabîden Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revâna gıdâsın...
Allah Allah... Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtm, Arş-ı Âzamdan indiği muhakkaktır. Çünki: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i İnsanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı enâma arzeylemiştir.” (Konferans: 83-88)
“1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lügatçenin başına yazdığı; ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası sh: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz:
“Bedî-ül Beyan olan Risale-i Nur’un müellifi, Üstadımız Allâme-i Said-ün Nursî Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv.. alâik-ı dünyeviyeden inkıta’., hakikat-ı himmetle Cenab-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat, inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feyezan ve Nur-u Samedanî lemean edip sırrına mazhariyetle
sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye tele’lü’ ettiğinden., şüphesiz Risale-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve Ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rab- banî, feyz-i Samedanî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’anî., hem makbul-ü Şâh-ı Risalet (A.S.M.)., hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (R.A.).. hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (K.S.).. hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i manevîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikâsı.. hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (A.S.M.) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (A.S.M.) ihsan olunan cevâmi-ül kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîl-ül lafz, kesîr-ül mâna kelimat-ı câmia ikram olunması., hem Üstadımız, Esmâ-ül Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risale-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması., hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’an hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zâhir bürhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sâhibi olduğundan, Risale-i Nur belâgat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır. ”
Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risale-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risale-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misalidir.
Abdülkadir Badıllı naklediyor:
“1969’da Arabî Mesnevî’yi tab’etmek için teşebbüse geçtiğimizde; aslen Arabça olan Mesnevî’nin içinde geçen bazı Türkçe kelimelerin Arabçaya tercümesi lâzımdır, çünki bu kitab Arabçadır ve Arabların içinde neşredilecektir, diye merhum Zübeyr Ağabeye mektubla bildirdim. Bu hususta Zübeyr Ağabeyden gelen mektub aynen şöyledir:
“Râbian: İkinci mübarek ve müjdeli mektubunuzu aldım. Bugünkü neslin bilmediği fakat ihtiyacına binâen öğrenmek zaruretinde olduğu kelimeleri, Üstadımızın hârikulâde üslûb ve belâgatını ve hakikatleri ifade sadedinde isti’mal ettiği lügatları aynen muhafaza etmekle hepimiz mükellef bulunmaktayız. Hem merhum ve muazzez Üstadımızın sağlığında bu hususlarda:
1 — Ya sahife sonlarında veya satır içinde lügatların yanına parantez içinde yazılıp yazılmayacağına,
2 — Veyahut bir Risale-i Nur mecmuasının sonuna lügatçe ilâvesine dair istenilen müsaadelere, mübeccel Üstadımız izin vermemiştir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Bu Risale-i Nur’u tahriftir. Bir zaman birisi yapmak istedi, çok zarar verdi. Okuyanlar biraz zahmet çeksinler, lügatlardan arayıp bulsunlar. ”
Eğer “şimendüfer, eczahane, santral” gibi lügatlar, “Nuriye”de Arabî risalelerin içinde ise; mezkûr vazifemize ve hakikata binâen yine değiştiremiyeceğiz. Okuyan zâtlar öğrensinler. Eğer Arabçayı okuyacak yeni nesil ise, Yirminci Asrın mevki-i muallâsından hitab eden Mübelliğ-i Mübin’in, Hâdî-i Ekber’in —kim bilir akılların ermediği ne hikmete binâen yazdığı— mevzubahis kelimeler misillü lügatları merak edip öğrenmek şeref-i mânevisine yükselsinler.
Hâmisen: Eğer Arabîleri başında, eğer başlıklar Türkçe ise yine aynen Türkçe olarak kalsın. Mâdem Üstadımız o büyük eseri, tekrar tekrar okumuş ve mecmua haline getirmiş olduğu sıralarda o başlıkları aynen bırakmış; bizler
de aynen bırakırız. „ „ , . .
— Hasta Kardeşiniz —
İşte merhum Zübeyr Ağabeyin Risale-i Nur neşrinde gösterdiği en büyük sadakat titizliğini ve en vefakâr hâlet-i ruhiyesini ve samimi telâkkisini gösteren ve bildiren ifadeleri...”
1948-1949’da Afyon hapsinde Ahmed Feyzi Ağabeyin Hz. Üstaddan gençler için risalelerin biraz sadeleştirilmesine dair mektubuna, Hz. Üstadımızın verdiği cevabdır:
“Sâniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mâna verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var...” (Emirdağ Lâhikası, elyazma sh. 661)
1950’den sonra “Büyük Doğu” mecmuasını çıkaran meşhur yazar ve şöhretli edip Necip Fazıl Kısakürek, risalelerden bazılarını sadeleştirerek mecmuasında neşrettiği zaman, Hz. Üstad onu durdurmak için talebelerini vazifelendirdi ve o neşriyatı durdurdu. Bu hususta, Üstadın hizmetkârı ve en yakın talebelerinden merhum Ceylân Çalışkan ile Zübeyr Gündüzalp, Necip Fazıl Bey’e Risale-i Nur’un sadeleştirilemiyeceğine dair uzun mektublar yazdılar. Müdellel ve mevsûk hüccetlerle onu durdurdular.
Gazetedeki aynı yazıda yazar, Şemseddin Yeşil’in risalelerden aldığı parçaları kendi eserinde değiştirerek neşrettiğini ve bu hareketini Bediüzzaman’ın hoş karşıladığını yazıyor.
Biz hizmetkârları yakînen biliyoruz ki; böyle dost bazı yazarları gücendirmemek için Hz. Üstadımız zâhiren muhalefetini göstermezdi. Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda yakın talebelerine hitaben şu mektubu yazmıştır:
“Aziz sıddık kardeşlerim,
Evvelâ: Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki; Risale-i Nur’un neşrinde Medresetüzzehra erkânlarının sarsılmaz, geri çekilmez himmetleri ve gayretleri, ceridelerle intişarına ihtiyaç bırakmamış. İntişardaki ihlası; ceridelerde münâfi-i ihlâs olan cereyanlara âlet olmaktan muhafaza etmiş. Hatta en ziyade Nurlara taraftar olan Sebilürreşad’ın hakkımızda neşriyatına taraftar olamazdım. Ve hatırını kırmamak için onun teşebbüslerini zâhiren reddedemedim, fakat kalben râzı değildim. Medresetüzzehra’nın ihtiyac-ı hakiki derecesinde neşriyat-ı hâlisanesi, ceridelere ihtiyaç bı-rakmamış. ”
Risalelerden bazı bahisleri bir derece izah ederek mecmua ile neşrini isteyen âlim bir talebesine izin vermeyen mektubunda Hz. Üstad: “Sakın Şemsi gibi Nurları tağyir etmesin” diyerek izin vermez.
Aynı yazarın iddiaları arasında: Risaleler mirî malıdır. Hiç kimsenin, hatta müellifinin dahi bu eserleri sahiplenmeye hakkı yoktur” diyerek Nurları yağma yapılabilir sahipsiz bir mal şeklinde gösteren ve çok acib bir fevza kapısını açan iddiası da var. Anlaşılıyor ki, bu iddia sahibi Hz. Üstadın mükerrer vasiyetlerinde ve eserlerinin çok yerlerinde “sâhibler” diye vasıflandırdığı ve Nur’un haslar dairesini teşkil eden “vârisler” ve iman hizmeti fedakârlarım âdeta hiçe sayıyor. Sözü uzun etmemek için vasiyetnameleri ve haslar dairesinin fedakârlarına dair pek çok beyanlarını külliyat-ı Nura havale ile birkaç parçayı nakletmekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:
“Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddî sâhib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zatların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur’aniye ve îmaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürür ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum. ” (Kastamonu L. sh. 5)
Aşağıdaki mektubu da Hazret-i Üstad; Afyon hapsinden tahliyesi zamanında kendi mübarek hattıyla yazmış ve Risale-i Nur’u mahkemede hararetle müdafaa eden ve sadakat gösteren talebelerine, mektubun başına isimlerini yazarak göndermiştir:
“Aziz sıddık kardeşlerim,
Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i İlmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşâallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envâr ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli, vazifeperver Saidler olursunuz.” (Emirdağ L. II sh. 6)
Risale-i Nur’un mal-i umumî olup, temellük edilememesi demek: Risalelerdeki hakikatlar, Kur’an’ın malıdır, fikir mahsulü değildir demek olduğu, külliyatın müteferrik yerlerinde musarrahtır. Onun için bunun üzerinde daha fazla durmuyoruz.
Yazıda, risaleden alınıp değişiklik yapılan bir parça ile, asıl orijinal arasında mukayese için örnek veriliyor. Böy- lece o meçhul şahsın, Bedîülbeyan vasfıyla tavsif edilen Risale-i Nur’un belâgatınm üstünde bir belâgat sahibi olduğu fikri ihsas edilmekle, ehl-i vicdanın nazarında nasıl bir istiskale mâruz olduğu izahtan vârestedir.
Yazar, Risale-i Nur’un bizzat te’lifindeki hârika nâiliyeti, âyâtın muayyen zamanlar içinde açılıp te’life medar kudsî ilham-ı küllî olan ulviyet-i beyanını bilmemekte, düşünmemekte ve hattâ mezkûr küllî mâna ile vücuda gelen ve Nurların ders tarzı suretiyle cilveger olan, veraset-i Nübüvvet sırrıyla, bu asrı ve gelecek asrı nurlandıran kudsî mâhiyetini nazara almamaktadır.
Velev hizmet mülâhazası ile de olsa, “Risale-i Nur sadeleştirilmelidir” diye gazete lisanıyla âleme ilânat, milyonlar Nur talebelerinin akıl, kalb ve ruhlarının tâ derinliklerinden bağlandıkları Risale-i Nur’a ve te’lifindeki güzelliğine perde çekmek hükmünde telakki edilmekle, o yüce velinimetinize karşı nasıl bir sadakatsizlik ve vefasızlık örneği gösterdiğiniz, cidden medar-ı teessüftür. Hz. Üstad değil sadeleştirmeye, kalem karıştırmaya dahi râzı değildir. Buna bir misal olarak da:
Hz. Üstadımız bir gün, en has talebesinin Fihrist Risalesi’ne güya mâna daha güzelleşiyor düşüncesiyle yaptığı ilâveleri görüp mütâlaadan sonra, Zübeyr’le Ceylan’ı çağırıp: “Benim Sungur ile bir muhakemem var. Onlar böyle böyle yapmışlar. Beraber gelin, mânaya dikkat edin, hangisi doğru?” deyip karşılaştırıp sonra te’lifindeki, asliyetteki mânanın şumûlü ve isabeti ortaya çıkmakla, o risaleyi getirene şiddetli bir tokat aşkedip: “Titremeli idiniz. Ben dahi kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırdınız?” diye hiddet gösterdiği, yeminle bu hâdisenin hem şâhidi hem muhatabı olarak size arzedilmiştir. İşbu keyfiyet, bilindiği halde, siz şimdi hangi üstadın, hangi Bediüzzaman’ın sadeleştirmeye izin verdiğinden bahsediyorsunuz?
Meselemizle alâkalı bir hatırayı Ahmed Aytimur anlatıyor:
Üstadımız Samsun Mahkemesi münasebetiyle İstanbul’a geldiğinde, bir gün bu mânada bir sohbette, şu mealde beyanda bulundular:
“Adamlar dünyevî hâcâtı için veya ticaret veya dünyevî bir maksat için tâ şarktan buraya kadar geliyorlar, masraflar yapıyor, zahmetlere katlanıyorlar. Uhrevî ve ebedî hayat ve saadeti için neden anlamağa çalışmıyor? Lügata baksın, dikkat etsin, gayrette bulunsun. Bu işde de biraz zahmet çeksinler.”
Risale-i Nur’daki hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye dersleri gibi, Nur talebelerinin hizmete, derse ve sair talebelik vecibelerine dair, Lahikalarda ve mektubatta Hz. Üstadın müteaddit ders ve tâlimleri, ihtar ve ikazları vardır. Bu husus Hizmet Rehberi’nin başında şöyle ifade edilmiş:
“Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin muhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte mâruz bırakıldığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders, ikaz ve irşadlarda bulunmuştur. Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’an’dan mülhem hakikat-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakikatların ders ve tâliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek meseleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilâtları- nı giderirler.” (Hizmet Rehberi, sh. 7)
Buraya kadar takdim edilen bir kısım nakil ve beyanlarla Üstad Hazretlerinin Nurların sadeleştirilmesine izin ve müsaadesi olmadığını, olamıyacağını ifadeye çalıştık. Yalnız bizim buradaki cevabî yazımız, Hz. Üstadı rehber kabul edip ona sadakat gösterenler içindir. Dikkat ve insaf ile mezkûr bedihiyata nazar eden ve mektubat-ün Nur’u okuyan herkes, Hz. Üstadın bu husustaki temâyülatını yakînen görecektir.
Eğer gençliğin ve nesillerin Nurlardan istifade ve istifazaları cidden arzu ediliyorsa, bunun yolu; Nurların sadeleştirilmesi değil, bil’akis Kur’an-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur’un te’lifindeki ve şimdiye kadar neşrolan asliyetindeki kudsiyetini muhafaza ile, genç ve körpe dimağlara, berrak gönüllere bu Kur’an nurlarının ulaştırılmasıdır. “Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. înayet-i İlâhiye ile, bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde’ olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş” diyen bir üstadın hayatını, şahsiyetini ve eserlerini nazara vermektir. Ve “Nur” ism-i şerifine mazhar nuranî bir külliyetle Nurların dersinde, tahririnde, okunup yazılmasında biiznillâh tecelli eden ebedî mürşid-i manevîyi genç nesillere takdim etmektir. Ve sizden beklenen de zaten budur. Ve Allah size böyle çok büyük, çok küllî bir hizmet imkânı bahşetmiş bulunuyor. Sadeleştirme perdesi arkasında, bu küllî nimet ve mazhariyet gizlenmeye ve sathîliğe çevrilebilir. Buna asla müsaade etmeyiz ve etmemelisiniz. Evet şimdi Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği bu kadar maddî-manevî imkânlar, inâyetler içerisinde ehemmiyetle üzerinde durulacak husus: “Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir” diyen bir kudsî üstadın meslek ve meşrebi içerisinde hizmete devam etmektir.
Son olarak: Hz. Üstadımızın Emirdağ ve İsparta’da dış kapının iç kısmına astırdığı ve her gelene de okumasını emrettiği ve lâhikalarda dercedilen birkaç mektubun bazı kısımlarını takdim ediyoruz:
“Herbir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu hey’et bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa, Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar; hakiki talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi’hde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” (Emirdağ L. II sh. 104)
“Benimle görüşmek isteyen aziz kardeşlerime beyan ediyorum ki: İnsanlarla görüşmeye zaruret olmadıkça tahammülüm kalmadığından, hem şimdi tesemmümden, zâfiyetten, ihtiyarlıktan ve hasta bulunmuş olmaktan dolayı fazla konuşamıyorum. Buna mukabil kat’iyyen size haber veriyorum ki: Risale-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakiki bir surette benimle görüşmüş olursunuz. Ben şuna karar vermiştim ki: Allah için benimle görüşmek isteyenleri, görüşmediklerine bedel her sabah okuduklarıma, dualarıma dâhil ediyorum ve etmekte devam edeceğim. ” (Emirdağ L. II sh. 191)
Aynı mânada, Hz. Üstadın hanımlar taifesine yazdığı dersindeki bir parça ile, Nurların okunmasının, semavât ehlinin takdirine mazhar olduğuna dair bir parçayı da dercediyoruz:
“Ben işittim ki; benim size câmide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur Şâkirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur Şakirdlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz. ” (Lem ’alar: 203)
“O dersler ulûm-u imaniyeden olduğu için bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daimâ bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakk’ın zişuur çok mah- lûkatı vardır ki, hakâik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi’leriniz çoktur. Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî zineti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
Yâni: Semâvat zemine gıbta eder ki; zeminde hâlisen-lillâh sohbet ve zikir ve fikir ve tefekkür için bir-iki adam bir-iki nefes yâni bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sani-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sani'lerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeler diyemez. İş(e ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Önümü7deki Sözler ekseriyel itibariyle inşâallah o cümledendir. ” (Barla Lahikası sh. 260)
Nurlarla meşgul olmanın yani okumak, dinlemek veya yazmak suretiyle iştigalin aynen Hz. Üstadla manevî görüşmek ve ondan ders almak hükmüne geçtiğini ve bu dersler yalnız fikrî ve İlmî istifade olmayıp, Nura talebe olma ve şirket-i maneviye sırrına mazhariyet gibi küllî ve umumî bir hayır ve nura nailiyet bulunduğunu göstermektedir. Bu gibi küllî, kudsî neticeler ise? Risalelerin sadeleştirilmesi gibi tahrifat hükmüne geçen tasarruflarla elde edilmez. Ve maksadın tam aksine, gençlerin ve nesillerin istifade ve istifazalarına mâni olunmuş olur..
Risale-i Nur neşriyatında talebelerinden
Said Özdemir Ahmed Aytimur
Hz. Üstadın hizmetinde bulunan talebelerinden
Hüsnü Bayram Sungur