Zühretunnur | Yirmialtıncı Lema | 72
(77-183)

Ve bir cilve-i nuru, mezkûr üç büyük cenazeye ma’nevî hayat verir. Cenazeler olmadığını, belki vazifelerini bitirmiş başka âlemlere gitmiş olduklarını gösteriyor. Üçüncü Lem’ada bu sırrın îzahı geçtiğinden ona iktifâen burada yalnız derim ki:

ilâ âhir... Âyetinin meâlini gösteren iki def’a “YA BÂKİ ENTE’L-BÂKİ! YA BÂKİ ENTE’L-BÂKİ!” beni, gâyet elîm o hazin hâletten kurtardı. Şöyle ki:

Birinci def’a “YA BÂKİ ENTE’L-BÂKİ” dedim, dünya ve dünyadaki Abdurrahmân gibi hadsiz alâkadar olduğum ahbabların zevâlinden ve rabıtalarım kopmasından neş’et eden hadsiz ma’nevî yaralar içinde bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inde bir tedavi başladı.

İkinci def’a “YA BÂKİ ENTE’L-BÂKİ” cümlesi; bütün o hadsiz, ma’nevî yaralara hem merhem, hem tiryak oldu. Yâni; sen bâkisin; giden gitsin, sen yetersin. Mâdem sen bâkisin, zeval bulan herşeye bedel bir cilve-i rahmetin kâfidir. Mâdem sen varsın, senin varlığına îman ile intisâbını bilen ve sırr-ı İslâmiyetle o intisâba göre hareket eden insana herşey var. Fenâ ve zevâl, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir diye düşünüp, tamamiyle o hirkatli, firkatli, hazin, elîm, karanlıklı, dehşetli hâlet-i ruhaniye; sürurlu, neş’eli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir hâlete inkılâb etti. Lîsanım ve kalbim, belki lîsan-ı hâl ile bütün zerrat-ı vücûdum “ELHAMDÜLİLLÂH” dediler.

İşte o cilve-i rahmetin binden bir cüz’ü şudur ki: Ben o hüzüngâhım olan dereden ve o hüzün-engiz hâletten Barla’ya döndüm. Baktım ki, Kuleönlü Mustafa nâmında bir genç, benden ilm-i hâle âid abdest ve namaza dâir birkaç mes’eleyi sormak için gelmiş. O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlâs ve ileride Risâle-i Nur’a edeceği kıymetdar hizmeti, (Hâşiye-1) güya hiss-i kable’l-vuku ile ruhum o gencin rûhunda okudu. Onu geriye çevirmedim, kabul ettim. (Hâşiye-2)

------------------------------------------
(Hâşiye-1): İşte o Mustafa’nın küçük kardeşi olan Küçük Ali kendi güzel, sıhhatli kalemiyle yedi yüzden ziyâde Nur Risâlelerini yazmakla tamamiyle bilfiil bir Abdurrahmân olduğu gibi, müteaddid Abdurrahmânları da yetiştirdi…
(Hâşiye-2): Elhak, o yalnız kabule değil, belki istikbâle lâyık (Hâşiye) olduğunu gösterdi.
(Hâşiye): Risâle-i Nurun birinci şâkirdi Mustafa’nın istikbâle liyâkatına dâir Üstadımın hükmünü tasdik eden bir hâdise: Kurban arefesinden bir gün evvel Üstadım gezmeye gidecekti. At getirmek üzere beni gönderdiği zaman, Üstadı-ma dedim:
“Sen aşağıya inme, ben kapıyı arkasından örtüp odunluktan çıkacağım.” Üstadım: “Hayır” dedi; “Sen kapıdan çık” diyerek aşağıya indi. Ben kapıdan çıktıktan sonra kapıyı arkasından sürgüledi. Ben gittim, kendisi de yukarıya çıktı. Sonra yatmış Bir müddet sonra Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman’la bera-ber gelmişler. Üstadım hiç kimseyi kabul etmiyordu ve etmeyecekti. Husûsan o vakit iki adamı beraber hiç yanına almaz geri çevirirdi. Halbuki bu makam-da bahsedilen kardeşimiz Kuleönlü Mustafa, Hacı Osman’la gelince, kapı gü-ya lîsan-ı hâl ile ona demiş ki: “Üstadın seni kabul etmeyecek fakat ben sana açılacağım” diyerek arkasından sürgülenmiş kapı kendi kendine Mustafa’ya açılmış. Demek Üstadımın onun hakkında “Mustafa istikbâle lâyıktır” diye söylediği sözü istikbâl gösterdiği gibi, kapı da buna şahid olmuştur.

Husrev


Evet Husrev’in yazdığı doğrudur, tasdik ediyorum. Kapı bu mübârek Mustafa’yı benim bedelime hem istikbâl etti, hem de kabul etti.

Said Nursî


Ses Yok