Sıkça Sorulan Sorular
(Risale-i Nur- Celcelituye)
İmam-ı Alinin kaside-i Celcelutiyede Risale-i nur’a işaretlerinin mahiyeti nedir?
Mâlum olsun ki; ben Risale-i Nur'un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur'ân'ın hakikatlarını ve îmanın rükünlerini ilân etmek ve zaaf-ı îmana düşenleri onlara dâvet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, hâşâ! kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir. Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur'ân'ın bir tefsiri ve Kur'ân'dan mülhem bir tercüman-ı hakikisi ve îmanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur'un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim. İmam-ı Ali'nin (radıyallahü anh) "Âyetü'l-Kübrâ" namını verdiği "Yedinci Şua" risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inâyet-i İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i ni'met kabilinden bunu "Sekizinci Şuâ" olarak yazdım. Yoksa haşre dair mühim bir âyetin mu'cizeli olan bürhanlarını yazacaktım.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
[İmam-ı Ali'nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nur'a dair üçüncü bir kerâmetidir.]
Evet Onsekizinci ve Yirmisekizinci Lem'alarda izah ve isbat edilen iki zâhir kerâmetini te'yid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Siracün-nur'dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o Kaside'de Siracün-nur'un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdeta alkışlıyor; ve sekiz adet remz ile meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.
BİRİNCİSİ: Risale-i Nur'a tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً
fıkrasından sonra Süryanî lisaniyle esma-i hüsnâdan istimdat ve suver-i Kur'âniye ile bir münâcât yapıyor. Tam otuzüç sûrelerle öyle garip ve mânidar bir tarzda zikrediyor ki; bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali'nin (Radıyallahü anhü) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"ı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiyeyi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali Radıyallahü anhü Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îmâ ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafî olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti. Meselâ: Sûreleri tâdât ederken, yirmibeşinciye geldiği vakit diyor ki:
بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَ سَائِلٍ
وَبِسُورَةِ التَّهْمِيزِ وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ
وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى
وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ
وَبِسُوَرِ الْقُرْآنِ حِزْبًا وَ آيَةً
عَدَدَ مَا قَرَاَ الْقَارِى وَمَا قَدْ تَنَزَّلَتْ
فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى
عَلَى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ
İşte bu fıkralarda Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri isbat eden hârika hüccetleriyle iştihar eden "Yirmidokuzuncu Söz"e Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anhü, zikir ve tadâd ettiği sûrelerin yirmidokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünki, kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ sûresine tam mutâbık bir surette o Yirmidokuzuncu Söz, kıyametin ve harab-ı âlemin ve mevt-i dünyanın ve hayât-ı âhiretin ve ihya-yı emvâtın kat'î hüccetlerini beyan ederken, bu sûrenin dehşetli tasvirini zikretmesi; hem mânada, hem yirmidokuzuncu mertebede tetabukları o işâreti isbat eder.
Hem tahavvülât-ı zerratta boğulan maddiyyunları susturan ve zerratın tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda isbat eden Otuzuncu Söz namındaki Zerrat Risalesi'ne Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, otuzuncu mertebede
وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle ona işaret eder. Evet bu işarette lafzan ve sureten Sure-i وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا ve Risale-i Zerrat, birbirine müşabehet ile beraber mana cihetiyle dahi münasebet var. Çünki Sure-i وَالذَّارِيَات
ın başında tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı havaiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin tekvinî emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi, Risale-i Zerrat dahi maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telakki edilen harekât-ı zerrat dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat'î bürhanlar ile isbat ediyor.
Hem Mi'rac-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâmı delâil-i akliye ile gayet mâkul ve kat'î bir surette isbat eden ve "Otuzbirinci Söz" nâmında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi'rac'a, Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) otuzbirinci mertebede Mi'rac-ı Ahmedî (A.S.M.) ve Kab-ı Kavseyn'deki müşahede ve mükâlemeyi sarih bir surette başlayan Sure-i
وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى
nın başında bulunan
وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى
cümlesi ile sarahata yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve Sure-i وَ الطّوُرِ
yi bırakarak,
وَالذَّارِيَات
den sonra
وَ النَّجْمِ
Suresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.
Hem Şakk-ı Kamer mu'cizesini münkirlere karşı kuvvetli deliller ile isbat eden Mi'rac Risalesi'nin zeyli bulunan Şakk-ı Kamer Risalesi namında otuzbirinci mertebenin âhirinde o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) şakk-ı Kamer'i nass-ı sarih ile zikreden Sure-i
اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ
den iktibas ederek otuzbirinci mertebenin akabinde zikredilen
وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ
fıkrasıyla sarahata yakın işaret eder.
Mâlumdur ki: Risale-i Nur başta otuzüç adet Sözler'dir ve Sözler namiyle yâd edilir. Fakat, Otuzüçüncü Söz müstakil değil, belki Otuzüç adet Mektûbat'tan ibarettir. Ve Mektûbat namiyle zikredilir. Sonra Otuzbirinci Mektûb dahi müstakil değil, belki otuzbir adet Lem'alar'dan mürekkebdir. Ve Lem'alar adı ile müştehirdir. Sonra Otuzbirinci Lem'a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir adet Şuâlardan mürekkeb olacak. El-Âyet-ül-Kübrâ yedinci ve bu Risale Sekizinci Şuâlarıdır. Demek Sözlerin hâtimesi Otuzikinci Sözdür. Hem Risale-i Nur'un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şâkirdlerince telâkki edilen Otuzikinci Söz nâmındaki Üç Mevkıflı risale-i hârika ve câmia ve Sözler'in bir cihette hâtimesi ve cem'iyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini göstermek için Kur'ân'ın çok sûreleriyle birden Otuzikinci mertebede
وَبِسُوَرِ الْقُرْآنِ حِزْبًا وَ آيَةً
kasemiyle Otuzikinci Mertebede bulunan o câmi risaleye işaret eder. Risale-i Nur'un Otuzüçüncü Söz'ü ise, bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuzüç adet mektuplardan ibaret ve Mektûbat namında otuzüç kitab ve yüzden ziyade risalelerdir.
İşte Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Otuzüçüncü Mertebede ve kaseminde Otuzüçüncü Söz'ün eczaları olan o yüzon kitap ve Mektûbata birden işâret etmek için yüzon semavî suhuf nâmında yüzon muhtasar kitablar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdat mânasında olan şu:
فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى
تَفَضَّلَتْ كُتْبًا اَنْزَلْتَ مَا كُلِّ عَلَى
kelâmiyle işaret eder. Mâlumdur ki: İlm-i belâgatta ve fenn-i beyanda uzak ve gizli mânalara delâlet etmek için karine tâbir ettikleri emârelerden ve münâsebetlerden birisi bulunsa, uzak bir mâna ve gizli ve işârî olan bir mefhum, karinenin kuvvetine göre sarîh ve zâhir mânası gibi kabul edilir. İşte bu kaideye binaen, bu işârî mânaların herbirisine müteaddid karineler, emâreler bulunduğu gibi sair arkadaşları da ona karineler olur. Risale-i Nur'un mecmuundan haber veren sarîh fıkralar dahi herbirisine kuvvetli bir karinedir.
İKİNCİ REMZ: Kur'ân'ın El-Âyet-ül-Kübrası olan
تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan "Yedinci Şuâ" risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Mektûbat'a işâretten sonra "Lem'alar"a işâret içinde Şuâlar'a bakarak
وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ
deyip ilm-i belâğâtça "müstetbiat-üt-terakib" ve "maarîz-ül-kelâm" denilen mâna-yı zâhirînin tebaiyyetiyle ve perdesinin arkasiyle müteaddid karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acîb ve yüksek ve tevhidin hüccet-ül-kübrâsı; ve El-Âyet-ül-Kübrânın bir alâmet-i kübrâsı ve bir tefsir-i âzamı olan risaleye "Âyet-ül-Kübrâ" nâmını veriyor. Ve o nâmla hem menbaı olan Âyet-ül-Kübrâ'nın azametini, hem bu "Yedinci Şuâ" olan vahdaniyetin ve tevhidin bürhan-ı âzamının fevkalâde kuvvetini ilân eder, haber verir. Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyâkatına her kimin bir şüphesi varsa, gelsin bir def'a o risaleyi okusun. Eğer, evet lâyıktır demezse bana tûh ! desin. Evet Kur'ân'ın aleyhinde bin seneden beri müntakimane hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir feylesofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur'ân'ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def'edip mukabele eden ve her asırda Kur'ân'ın pek çok kahramanları ve mânevî kal'aları vardı. Şimdi ihtiyaç bir-iki'den, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki üçe inmiş. Hem, hakaik-ı îmaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatları tâlim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahü anhünün bu iltifatına lâyıktır. Hem İmam-ı Ali (R.A.) onuncu mertebe-i tâdâdında onuncu sûre olarak ve kıyamet ve leyle-i berata bakan
وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mâna-yı işârîsiyle "Onuncu Söz" nâmında ve mertebesinde olan Haşir Risalesi'ne işâretle beraber o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izâle eden bir leyle-i beratın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan, hem leyle-i beratın senevî olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umur noktalariyle ve başka karineler ile îmâen ve remzen haber veriyor. Evet Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def'etti. Hürriyet-i efkâr serbestiyeti ve harb-i umumî sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara başladıkları bir zamanda "Onuncu Söz" çıktı ve tab'edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı. Onu gören herkes kemal-i iştiyak ve merakla okudu. Zındıkların kâfirane fikirlerini tam kırdı. Ve onları susturdu. İmam-ı Ali Radıyallahü anhünün bu takdirine liyakatini isbat etti. Kimin şüphesi varsa gelsin onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir bürhanı olduğunu görsün.
Hem Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anhü ondokuzuncu sûre olarak sûret-ün-Nur'u
بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا
عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ
fıkrasiyle zikrederek pek muhtasar olan Ondokuzuncu Söz'e ve pek mükemmel bulunan "Ondokuzuncu Mektup"a işaret için nur lâfzını tekrar etmekle mektupların mertebesi, yâni "Ondördüncü Mektup" noksan kalmasına imâen sûre-i Nur'u onbeşincide yine zikretmesiyle gayet lâtif ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nur'un büyük Nurları olduklarını bildiriyor. Evet Risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'a dair olan "Ondokuzuncu Söz" hem üç cihetle kerametli ve hârika olan "Ondokuzuncu Mektup" elhak Risale-i Nur'un en parlak birer nurudurlar. Ve Aişe-i Sıddîka Radıyallahü anhanın beraeti münasebetiyle, âyet-i Nur'un
مَثَلُ نُورِهِ kelimesindeki zamir, üç vecihten birisi ile Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma râci olmak haysiyetiyle Sûre-i Nur Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sûre ile Risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı isbat eden o iki risaleye iki nur lâfziyle, belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmı isbat eden "Mi'rac Risalesi"ne dahi işaret etmiş. Ben itiraf ediyorum ki: Ondördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) aynı sûreyi iki def'a tekrar etmesiyle tahattur ettim ve işârâtındaki dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar, yalnız "Ondokuzuncu Söz ve Mektub" için sayılır; ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.
ÜÇÜNCÜ REMZ: "Yirmisekizinci Lem'a"da izah ve isbat edilen
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً { تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ
بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ { بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ
fıkralariyle Risale-i Nur'un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların sarahata yakın bir surette hem cifir, hem mâna cihetiyle Risale-i Nur'a işâretini "Onsekizinci Lem'a"da îzahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali Radıyallahü anhünün nazar-ı dikkatini celbeden yalnız üç sırrı beyan edilecek.
Birincisi:İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işareten İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, iki defa
سِرًّا بَيَانَةً ve سِرًّا تَنَوَّرَتْ kelimeleriyle سِرًّاyani yalnız gizli intişar edebilir. Müteaccibane haber veriyor.
İkincisi: Risale-i Nur, İsm-i A'zam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm'in tecellisiyle zuhur ettiğinden imtiyazlı hassası "Allahü Ekber"den iktibasen celal ve kibriya, "Bismillahirrahmanirrahîm"den istifazaten merhamet ve şefkat,
وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreblerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur'un meşrebinde müştakane şefkattir ve re'fetkârane muhabbettir.
Nasılki Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) sarih bir surette Siracünnur'un tarih-i te'lifini ve tekemmül zamanını ve meşhur ismini
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla haber vermiş. Öyle de
بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ilâ âhir.. fıkrasıyla da Siracünnur'un esaslarından haber veriyor. Çünki جَلاَلٍ بَازِخٍ izzet, azamet ve celal ve kibriyadır.
شَرَنْطَخٍ Süryanîce Rauf ve
رْكُوتٍڊRahîm'dir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Siracünnur'u tarif ediyor. Hayatını ve nurunu, kibriya ve azamet ve re'fet ve rahîmiyetten alıyor diye mümtaz hâsiyetini beyan eder.
Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü anhü bu fıkrada
بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: Bin üçyüz ellidörtte Sirac-ün-Nur -yâni Risale-i Nur'un nuru- ile dalâletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yâni, fitne-i dîniye ateşini, ya tahribattan vaz geçirecek, veya ileri tecavüzatını kıracak. Eğer Hicrî tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur'ân'ın zararına olarak ilerliyen dehşetli tasavvuratın tecavüzatı tevakkuf etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risale-i Nur'un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu çok emâreler ile hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işâret-i Aleviye dahi onu te'yid ediyor.
(Hâşiye) Evet cifirce بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ :
خ altıyüz, ت dörtyüz, ر ikiyüz, şeddeli ن yüz, م kırk, د ve üç elif yedi, بِهِ deki ب iki, ه- beş, yekûnu bin üçyüz ellidört (1354) eder. Lillâhilhamd, Sirac-ün-Nurun El-Âyet-ül-Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Herbiri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakîmi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahü anhünün haberini tasdik ediyorlar.
خ altıyüz, ت dörtyüz, ر ikiyüz, şeddeli ن yüz, م kırk, د ve üç elif yedi, بِهِ deki ب iki, ه- beş, yekûnu bin üçyüz ellidört (1354) eder. Lillâhilhamd, Sirac-ün-Nurun El-Âyet-ül-Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Herbiri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakîmi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahü anhünün haberini tasdik ediyorlar.
Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen
بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ gibi bin üçyüz ellidört tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said'in (R.A.) iki mâruf lâkabına remzen ve ismen îma eden ve "kendini muhafaza et" emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden "Ercüze"nin âhirlerindeki:
فَاسْئَلْ لِمَوْلاَكَ الْعَظِيمِ الشَّانِ
يَا مُدْرِكًا لِذلِكَ الزَّمَانِ
بِاَنْ يَقِيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِوَ شَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَ مِحْنَةٍ
fıkrasiyle diyor: "Ya Said-el-Kürdî! Bin üçyüz ellidört tarihine yetişirsen Mevlâ-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar." Evet Onsekizinci Lem'ada Birinci Keramet-i Aleviyenin izahında, Kaside-i Ercûziyenin Risale-i Nur ve müellifine dair işârât-ı gaybiyesi beyan edilmiş. İsm-i âzam ve sekine tâbir ettiği esmâ-i sitte-i meşhure ile daima meşgul olan bir şâkirdiyle konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emâreler ve karinelerle o şâkird, Said olduğu isbat edilmiş. Ve orada o şâkirdine demiş:
اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا بِتَّ بِهَا اْلاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا Yani, ecnebi hurufları bin üçyüz kırksekizde (1348) tamim edilecek, çoluk-çocuk, emirler ve fakirler icbar suretinde gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.
Evet تَسْطِيرًا سُطِّرَتْ cümlesi tam tamına; iki ت sekizyüz, iki س yüz yirmi, iki ر dörtyüz, iki ط onsekiz, bir ى on, mecmuu bin üçyüz kırksekizdir. Aynı tarihte Latinî huruflarına gece dersleriyle cebren çalıştırıldı. Sonra İmam-ı Ali (R.A.) Sekine ile meşgul olan Said'e bakar, konuşur. Akabinde
يَا مُدْرِكًا لِذلِكَ الزَّمَانِ der. İki-üç yerde kuvvetli işaret ile Said ismini verdiği şakirdine hitaben "Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış." Ya-i nidaîden sonra müteaddid karineler ve emareler ile Said var. Demek يَا سَعِيدُ مُدْرِكًا لِذلِكَ الزَّمَانِ olur. Bu fıkra nasılki مُدْرِكًا kelimesiyle "El-Kürdî" lâkabına hem lafzan hem cifren bakar. Çünki mimsiz دَرْكًا Kürd kalbidir. Mim ise, "lâm" ve "ye"ye tam muvafıktır. Öyle de; diğer bir ismi olan Bediüzzaman lâkabına dahi "ez-zaman" kelimesiyle îma etmekle beraber bin üçyüz ellidört (1354) veya bin üçyüz ellibeş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said'in hakikat-ı halini ve hilaf-ı âdet vaziyetini ve hıfz u vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamıyla tabir ve ifade ettiğinden sarahata yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede teselli için basıyor. Burada da بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ sırrına mazhar olan Risale-i Nur'u alkışlıyor.
Mâlûm olsun ki Celcelûtiye'nin esası ve ruhu olan
اَلْقَسَمُ الْجَامِعُ وَالدَّعْوَةُ الشَّرِيفَةُ وَاْلاِسْمُ اْلاَعْظَمُ ف İmam-ı Ali Radıyallahü anhü'nün en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şâkirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan İmam-ı Gazâlî (R.A.) Hüccet-ül-İslâm diyor ki: "Onlar vahy ile Peygambere (A.S.M.) nazil olduğu vakit İmam-ı Ali'ye (R.A.) emretti: 'Yaz.' O da yazdı. Sonra nazmetti." İmam-ı Gazâli (R.A.) diyor:
اِنَّ هذِهِ الدَّعْوَةَ الشَّرِيفَةَ وَ الْوِفْقَ الْعَظِيمَ وَ الْقَسَمَ الْجَامِعَ وَ اْلاِسْمَ اْلاَعْظَمَ وَ السِّرَّ الْمَكْنُونَ الْمُعَظَّمَ بِلاَ شَكٍّ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الدُّنْيَا وَ اْلآخِرَةِ
İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Nureddin'den ders alarak bu Celcelûtiyenin hem Süryâni kelimelerini, hem kıymetini ve hasiyetini şerhetmiş.
DÖRDÜNCÜ REMZ: İmam-ı Ali (R.A.) Sirac-ün-Nur'dan haber verdikten sonra yine otuzüç ve bir cihetle otuziki adet Süryanice esmâyı tâdâd ederken Risale-i Nur'un en kuvvetli, en kıymetdar olan Mu'cizat-ı Kur'âniye Risalesi'ne ve Otuzikinci Söz'e kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen veya imâen veya telvihen bakar. Evet Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur'a bakarak Süryanî isimleri dercederek diyor:
تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ* تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً
بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ *بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ
بِيَاهٍ وَيَا يُوهٍ نَمُوهٍ اَصَالِيًا *بِطَمْطَامٍ مِهْرَاشٍ لِنَارِ الْعِدَاسَمَتْ
بِهَالٍ اَهِيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ *طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ
اَنُوخٍ بِيَمْلُوخٍ وَاَبْرُوخٍ اُقْسِمَتْ *بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ
اَبَازِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا
تَشَمَّخَتْ بِشَرْخٍ يَشْرُوخٍ خَمَارُوخٍ
بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا
بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ * ِشَلْمَخَتٍ اِقْبَلْ دُعَائِى
diye dua ile hatmeder. Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) başta sarahat ile haber verdiği Risale-i Nur'u, Sirac-ün-Nur ve Sirac-üs-Sürc namiyle Birinci Mertebede âşikâr onu gösterip tâdâd ederken, tâ Yirmibeşe geldiği vakit
بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ
der. Âyât-ı Kur'âniyenin i'cazlarını beyan ve Kur'ân'ın kırk vecihle mu'cize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde isbat eden Risale-i Nur'un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmibeşinci Söz namındaki Mu'cizat-ı Kur'âniye Risalesine işaret eder. Çünki başta Sirac-ün-Nur'un birinci mertebede sayılması hem بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ fıkrasında آيَاتٍ kelimesinin bulunması, hem yirmibeşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir ki: Pekçok âyetleri zikredip i'cazları ve sırları beyan eden Yirmibeşinci Söz'e mâna-yı mecâzî ile bakar. Ve sûrelerin tâdâdında dahi yine yirmibeşinci mertebede ibareyi değiştirip baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَdiyerek Risale-i Nur'un en mübarek ve bereketli olan Yirmibeşinci Söz'ün ehemmiyetini gösteriyor. Sonra yirmialtı ve yedide بَعْدَهَا اَبَازِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ der. Sonra otuz ve otuzbirincide بِبَلْخٍ وَ سِمْيَانٍ وَ بَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَاkelimesini zikreder. Gayet zahir ve kuvvetli bir karine ile içtihada dair Yirmiyedinci Söz'ün sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymetdar zeylini ve Mi'raca dair Otuzbirinci Söz'ün Şakk-ı Kamer'e dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini بَعْدَهَاkelimesiyle gösterir gibi, kuvvetli işaret eder. Ben itiraf ediyorum ki; ben bu zeyilleri unutmuştum. İmam-ı Ali'nin (R.A.) bu ihtarı ile tahattur ettim. Şakk-ı Kamer'i sâbıkan yazdım. Şimdi bu anda sahabeler hakkındaki zeyli hatırladım. İşte madem ilm-i belâgat ve fenn-i beyanda birtek karine ile mecazî bir mana murad olunabilir ve birtek münasebetle, bir mefhuma işaret bulunsa, o mefhum bir mana-yı işarî olarak kabul edilir. Elbette zahir ve çok karinelerden ve emarelerden kat'-ı nazar, yalnız bu iki yerde tam zeyillerin bulunduğu aynı makamda ve zeyl manasında olan بَعْدَهَاkelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi, tam bir karinedir ki; Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) mana-yı hakikîsinden başka bir mana-yı mecazî ve işarîyi dahi ifade etmek istiyor.
Sonra yirmidokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخٍ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmibeşte geçen ve sırları bilmek manasında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrar ile sâbıkan beyan ettiğimiz hârikalı Yirmidokuzuncu Söz'e kuvvetli bir karine ile işaret eder. Sonra otuzikinci mertebede sûrelerin ta'dadında ehemmiyetle işaret ettiği risâle-i câmia olan Otuzikinci Söz'e yine nazar-ı dikkati kuvvetli celbetmek için
ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani İsm-i Adl ve İsm-i Hakem'in tecellisiyle ve adalet ve mizanıyla ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahribden kurtulur. İkinci nüsha ile o iki ismin rayiha-i tayyibesiyle ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır. Attar dükkânı gibi rayiha-i tayyibe verir.
İşte İsm-i Adl ve İsm-i Hakem'in parlak bir âyineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuzikinci Söz'e parmak basıyor ve mana-yı mecazî suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla Sözler otuzüç iken bir mertebesi mektublardan ibaret olduğuna ve Otuzikinci Söz son mertebesi bulunduğuna îma eder. Ben Süryanî kelimelerinin manalarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazalî (R.A.) dahi tamamıyla izah etmediğinden Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) o kelimeler ile sair risalelere işaratını şimdilik bırakıyorum.
Beşinci Remz: Madem Celcelutiye vahy ile Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a nâzil olmuş. Ve Allâm-ül Guyûb'un ilmiyle ifade-i mana eder. Hem madem Celcelutiye اَقِدْ كَوْكَبِى ve تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkralarında mana-yı mecazî ile o kasidenin hakikatını isbat eden Risâle-i Nur'a sarihan ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber,
فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ de dahi o kasidenin bir esası olan َاْلاِسْمُ الْمُعَظَّمُ ile çok iştigal ve istimdad eden Risâle-i Nur müellifine ve bunun onüç ehemmiyetli vakıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mana-yı mecazî ile haber veriyor. Hem madem mana-yı mecazî ile ve mefhum-u işarînin murad olmasına bir zaîf karine ve bir gizli emare ve birtek münasebet kâfi geliyor. Hem madem Risâle-i Nur ve risalelerine ve müellifi ve ahvaline olan işaretler birbirine karine olur. Belki mes'elenin vahdeti itibariyle umum işaretler, karineleriyle beraber her birisine kuvvetli bir karine ve kavî bir emare hükmündedir. Elbette diyebiliriz ki; Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) nasılki başta
بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ
yani "Hazine-i esrar olan Bismillahirrahmanirrahîm ile başladım. Ruhum, onun ile o hazineyi keşfetti." diyerek sair işaratın karinesiyle bir mana-yı işarî ve bir medlûl-ü mecazî suretinde Risâle-i Nur'un Bismillahı hükmünde ve fatihası ve besmelesi ve "Bismillah"taki büyük sırrın hakikatını beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillah Risalesi'ne îma, belki remz, belki işaret ediyor. Aynen öyle de; sair işaratın karine ve münasebetiyle ve huruf-u Kur'aniyenin esrarından bahseden ve Rumuzat-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların esrarıyla istimdad etmeğe başlaması karine-i latifesiyle muazzam dua ve münacat ve câmi' kasem-i istimdadînin âhirlerinde ve Sözler'e ve Mektublar'a işaretten sonra
بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla Yirmidokuzuncu Mektub'un bir kısım esrar-ı huruf-u Kur'aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i Kudüs ve feth-i İstanbul gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren Sûre-I
اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّهِ وَ الْفَتْحُ nun esrarını beyan ile, fütuhat-ı İslâmiyenin pehlivanı olan Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) nazar-ı dikkatini celbeden Feth ve Nasr Risalesi'ne, hem Sûre-i Feth'in en mühim ve en âhir âyetin beş vecih ile i'cazını beyan ve isbat ile, kahraman-ı İslâm Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) nazar-ı dikkatini celbeden gayet kıymetli olan Âyet-i Feth Risalesi namındaki küçük bir risaleye îma belki işaret eder, itikadındayım. Böyle itikada iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.
Altıncı Remz: Madem Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.), üstad-ı kudsîsinden aldığı derse binaen, Kur'ana taalluk eden gelecek hâdisattan haber veriyor. Ve "benden sorunuz" diye müteaddid ve doğru haberleri verip bir şah-ı velayet olduğunu öyle kerametlerle isbat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalalet münafıkları, dehşetli bir surette Kur'ana hücumu hengâmında Risâle-i Nur o seyl-i dalalete karşı mukavemet edip, Kur'anın tılsımlarını keşfederek hakikatını muhafaza ediyor. Ve madem
اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ
fıkrasıyla Yirmisekizinci Lem'ada isbat edildiği gibi sarahata yakın bir surette Risâle-i Nur'a işaret etmekle beraber Sûre-i Nur'daki âyet-ün Nur'un Risâle-i Nur'a işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا mana ve cifirce tam tamına Risâle-i Nur'a tevafuk ediyor. Elbette diyebiliriz ki; bu fıkranın akabinde:
جَلِيلٍ جَلْجَلَيُّوتٍ جَمَاهٍ تَمَهْرَجَتْ * *بِآجٍ اَهُوجٍ جَلْمَهُوجٍ جَلاَلَةٍ
* بِتَعْدَادِ اَبْرُومٍ وَ سِمْرَازِ اَبْرَمٍ وَ بَهْرَةِ تِبْرِيزٍ وَ اُمٍّ تَبَرَّكَتْ
fıkrasıyla Risâle-i Nur'un bidayette Oniki Söz namında iştihar ve intişar eden oniki küçük risalelerine اَقِدْ كَوْكَبِى karinesiyle, bu fıkradaki oniki Süryanî kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelutiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi çok imamlar Celcelutiye'yi şerh etmişler. Fakat bu Süryanî kelimelerin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilaf bulunduğundan, herbirisinin vech-i işaretini ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.
Elhasıl: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) bir defa اَقِدْ كَوْكَبِى fıkrasıyla, âhirzamanda Risâle-i Nur'u dua ile Allah'tan niyaz eder, ister ve bidayette oniki risaleden ibaret bulunduğundan yalnız oniki risalesine işaret ediyor. İkinci defada تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla daha sarih bir surette Risâle-i Nur'u medh ü sena ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözler'i ve Mektublar'ı ve Lem'alar'ı remzen haber verir. Hem Oniki Söz namı ile çok intişar eden o küçücük risaleler, bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten benzedikleri gibi bedi' manasında olan Celcelutiye kelimesine mutabık olarak herbiri gayet bedi' bir tarzda, güzel bir temsil ile, büyük ve derin bir hakikat-ı Kur'aniyeyi tefsir ve isbat eder.
Eğer bir muannid tarafından denilse: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) bu umum mecazî manaları irade etmemiş?
Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) irade etmezse, fakat kelâm delalet eder ve karinelerin kuvvetiyle işarî ve zımnî delaletle manaları içine dâhil eder. Hem madem o mecazî manalar ve işarî mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) böyle bütün işarî manaları irade edecek küllî bir teveccühü faraza bulunmazsa -Celcelutiye vahiy olmak cihetiyle- hakikî sahibi Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) üstadı olan Peygamber-i Zîşan'ın (A.S.M.) küllî teveccühü ve üstadının üstad-ı Zülcelalinin ihatalı ilmi onlara bakar, irade dairesine alır.
Bu hususta benim hususî ve kat'î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki: Müşkilât-ı azîme içinde, El-Âyet-ül Kübrâ'nın tefsir-i ekberi olan Yedinci Şuâ'ı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî teselli ve teşvike cidden çok muhtaç idim. Şimdiye kadar mükerrer tecrübeler ile bu gibi haletlerimde, inayet-i İlahiye imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte -hiç hatırıma gelmediği halde- birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru, bende hiçbir şübhe bırakmadı ki; bu dahi benim imdadıma gelen sair inayet-i İlahiye gibi, Rabb-ı Rahîm'in bir inayetidir. İnayet ise aldatmaz, hakikatsız olmaz.
Yedinci Remz: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) nasılki
وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ
وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلهَنَا
وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ
حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ
وَ اسْمُ عَصَا مُوسَى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ
diye birinci fıkrasıyla Yedinci Şuâ'a işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra ile âlî bir tefekkürname ve tevhide dair yüksek bir marifetname namında olan Yirmidokuzuncu Arabî Lem'aya dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla İsm-i Azam ve Sekine denilen esma-i sitte-i meşhurenin hakikatlarını gayet âlî bir tarzda beyan ve isbat eden ve Yirmidokuzuncu Lem'ayı takib eyleyen Otuzuncu Lem'a namında altı nükte-i esma risalesine بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden sonra akabinde risâle-i esmayı takib eden Otuzbirinci Lem'anın Birinci Şuâ'ı olarak, otuzüç âyet-i Kur'aniyenin Risâle-i Nur'a işaratını kaydedip, hesab-ı cifrî münasebetiyle, baştan başa ilm-i huruf risalesi gibi görünen ve bir mu'cize-i Kur'aniye hükmünde bulunan risaleye
حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ
kelimesiyle işaret edip, der'akab وَ اسْمُ عَصَا مُوسَى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelâmıyla dahi, risâle-i hurufiyeyi takib eden ve El-Âyet-ül Kübrâ'dan ve başka Resâil-i Nuriye'den terekküb eden ve Asâ-yı Musa namını alan ve asâ-yı Musa gibi, dalaletin ve şirkin sihirlerini ibtal eden Risâle-i Nur'un şimdilik en son ve âhir risalesine Asâ-yı Musa namını vererek işaretle beraber, manevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor. Evet وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى kelimesiyle Yedinci Şua'a işareti, kuvvetli karineler ile isbat edildiği gibi, aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risâle-i Nur'un Âyet-ül Kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem'eden ve Arabî bulunan Yirmidokuzuncu Lem'aya bu kelâm, "müstetbeat-üt terakib" kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor. Öyle ise Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) dahi bu fıkradan ona bakıp işaret eder diyebiliriz. Hem sair işaratın karinesiyle, hem Mektûbat'tan sonra Lem'alar'a başka bir tarz-ı ibare ile îma ederek; Lem'aların en parlağının te'lifi, dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet bulmak için, mana-yı mecazî ve mefhum-u işarî ile, Hazret-i Ali (R.A.) kendi lisanını, büyük tehlikelerde bulunan müellifin hesabına istimal ederek; وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ yani "Ya Rab! Beni kurtar, eman ve emniyet ver" diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir hapishanesinde idam ve uzun hapis tehlikesi içinde te'lif edilen Yirmidokuzuncu Lem'anın ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle, kelâm zımnî ve işarî delalet ettiğinden diyebiliriz ki; Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) dahi bundan, ona işaret eder. Hem Otuzuncu Lem'a namında ve altı nükte olan risâle-i esmaya bakarak
وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى deyip, sair işaratın karinesiyle, hem Yirmidokuzuncu Lem'aya takib karinesiyle, hem ikisinin isimde ve esma lafzında tevafuk karinesiyle, hem teşettüt-ü hale ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi, onun te'lifi bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mana-yı mecazî cihetinde, Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) lisanıyla kendine dua olan
وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ yani ism-i azam olan o esma risalesinin bereketiyle beni teşettütten, perişaniyetten hıfzeyle ya Rabbi meali, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle kelâm mecazî delalet ve İmam-ı Ali (R.A.) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.
Hem madem Celcelutiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabıyla, Risâle-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem sarahat derecesinde çok karine ve emarelerle; Risâle-i Nur Celcelutiye'nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş. Ve madem Risâle-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var. Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) Siracünnur'dan zâhir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözler'den, sonra Mektublar'dan, sonra Lem'alar'dan, risalelerdeki aynı tertib, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delalet ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) işaret ettiğini isbat eylemiş. Ve madem başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillah Risalesi'ne baktığı gibi, kasem-i câmi-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri olan son Lem'alar'a ve Şualar'a, hususan bir âyet-ül kübrâ-yı tevhid olan Yirmidokuzuncu Lem'a-i hârika-i Arabiye ve Risâle-i Esma-i Sitte ve Risâle-i İşarat-ı Huruf-u Kur'aniye ve bilhassa şimdilik en âhir Şua ve Âsâ-yı Musa gibi, dalaletlerin bütün manevî sihirlerini ibtal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir manada Âyet-ül Kübrâ namını alan risâle-i hârikaya bakıyor gibi bir tarz-ı ifade görünüyor. Ve madem birtek mes'elede bulunan emareler ve karineler, mes'elenin vahdeti haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zaîf bir münasebetle bir tereşşuh dahi menbaına ilhak edilir. Elbette bu yedi aded esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) nasılki meşhur Sözler'e tertibleri üzerine işaret etmiş ve Mektûbat'tan bir kısmına ve Lem'alar'dan en mühimlerine tertible bakmış; öyle de بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle, Otuzuncu Lem'aya, yani müstakil Lem'alardan en son olan Esma-i Sitte Risalesi'ne tahsin ederek bakıyor. Ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelâmıyla dahi, Otuzuncu Lem'ayı takib eden İşarat-ı Huruf-u Kur'aniye Risalesi'ni takdir edip, işaretle tasdik ediyor.
وَ اسْمُ عَصَا مُوسَى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve îmanın elinde Âsâ-yı Musa gibi hârikalı, en kuvvetli bürhan olan mecmua risalesini senakârane remzen gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden bilâperva hükmediyoruz ki: Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) hem Risâle-i Nur'dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakikî ve mecazî ile; işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kerre dikkatle baksın. İnsafı varsa, şüphesi kalmaz zannediyorum.
Buradaki mana-yı işarî ve medlûl-ü mecazîlere, karinelerin en güzeli ve latifi; aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ: Yirmidokuz, otuz ve otuzbir ve otuziki mertebe-i ta'dadda, Yirmidokuz ve Otuz ve Otuzbir ve Otuzikinci Sözler'e gayet münasib isimler ile; başta, Sözler'in başı olan Birinci Söz'e, aynı Besmele sırrıyla ve âhirde, şimdilik risalelerin âhirine mahiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letafetlidir. Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatım yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halketmek; kudret-i İlahiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki: Risâle-i Nur'u senadan maksadım, Kur'anın hakikatlarını ve îmanın rükünlerini teyid ve isbat ve neşirdir.
Hâlık-ı Rahîmime yüzbinler şükrolsun ki; kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i îmaniyenin tercümanı olan Risâle-i Nur'un doğru ve hak olduğuna latif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelutiye, Süryanîce bedi' demektir ve bedi' manasındadır. İbareleri bedi' olan Risâle-i Nur, Celcelutiye'de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildi, belki Risâle-i Nur'un manevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanîce bedi' manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid'at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risâle-i Nur'un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi'liğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risâle-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına.. tahmin ediyorum.
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا