Sıkça Sorulan Sorular
(Risale-i Nur - Şah-ı Geylani)
Abdulkadir-i Geylani Hazretlerinin Risale-i nura gaybi işaretleri nelerdir?

 Mühim Bir ihbar-ı Gaybî
             [Şeyh-i Geylânî'nin -kendinden sekizyüz sene sonra- gaybâşina gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur'âniyedir.]
            Kur'ân-ı Mu'ciz-ül-Beyanın hizmetindeki kudsiyete, kerametkârane sekizyüz küsur sene evvel "Gavs-ı A'zam" ünvaniyle bihakkın iştihar eden Kutb-u A'zam Şeyh-i Geylânî,
¬aÅX«D«4ö¬Æx­V­T²V¬7ö]ÅV«D«#ö@®A[¬A«&öÕÕ]¬#«h²N«&ö¬-@«&ö]¬4ö¬h²U¬S²7!ö¬w²[«Q¬"ö­€²h«P«9
fıkrasiyle başlıyan kasidesinin âhirinde "Mecmuat-ül-Ahzâb"ın birinci cildinin beşyüzaltmışikinci sahifesinde, beş satırla şu zamanda hizmet-i Kur'âniyedeki hey'ete ve başında bulunan üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:
]¬BÅW¬Z¬"ö!®h²;«(ö¬š@«[²-«ž²!ö]¬4ö«t­C[¬3«!ö¯?ÅG¬-«:ö¯Ä²x«;ö±¬u­6ö]¬4ö@«X¬"ö²uÅ,«x«#
¯^«X²B¬4ö«:ö¯±h«-ö±¬u­6ö]¬4ö­y­,­h²&«!«:ö­y­4@«F«<ö@«8ö@®P¬4@«&ö›¬G<¬h­W¬7ö@«9«!
¯?«G²V«"ö±¬›«!ö]¬4ö«*@«,ö@«8ö!«)¬!ö­y²C¬3«!ö@®"¬h²R«8ö«:ö@®5²h«-ö«-@«6ö@«8ö!«)¬!ö›¬G<¬h­8
¬^«<@«X¬Q²7!ö¬w²[«Q¬"ö°‰:­h²E«8ö«tÅ9¬@«4ö²r«F«#ö«ž«:ö­y²V­T«4ö]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«[«4
]¬BÅA«E­W¬"ö@®5¬(@«.ö!®G[¬Q«,ö­k[¬Q«#ö@®M¬V²F­8ö¬yÁV¬7ö¬a²5«x²7!öÅ›¬*¬(@«5ö²w­6«:
            Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:
]¬B«Q²4¬*ö«:ö›±¬i¬2ö«•!«(ö¬*¬(@«T²7!ö­G²A«2ö@«9«!ö!®GÅW«E­8ö]¬X²2«!ö¬yÁV7!ö­Äx­,«*ö›±¬G«%ö«:
            İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur'aniyenin başında bulunanı gösteriyor.
            Birinci Vecih : Âhirdeki satırda !®G[¬Q«,ö­k[¬Q«# ismini sarahatle haber vermekle beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet hocamız, küçüklüğündenberi fakr-ı haliyle istiğnâ-yı tam ile beraber, maişet hususunda en mes'ud bir zattır.       İkinci Vecih : Aynı satırın başında ¬a²5«x²7!öÅ›¬*¬(@«5ö²w­6«: fıkrasiyle o müridine diyor ki: "Vaktin Abdülkadirîsi ol." Bu ›¬*¬(@«5 kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üçyüz yirmibeş eder. Üstadımızın lâkabı "Nursî" olduğu cihetle, "Nursî"nin makam-ı ebcedîsi üçyüz yirmialtı ediyor. Birtek fark var. O tek elifdir. Bin mânasında "elf"e remzeder. Demek bin üçyüz yirmibeşde Şeyh-i Geylânî'ye mensub bir zat, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı Kur'aniyeyi müdafaa etmeye çalışacak. Hakikaten üstadımız, bin üçyüz yirmialtı senesinde -Hürriyetin ikinci senesi mücahede-i mâneviyeye atılmıştır.
            Üçüncü Vecih : Onun iki ismi var: "Said", "Bediüzzaman." Bu iki ismin mecmuunun makam-ı ebcedîsi "Ez-zaman"daki şedde sayılmazsa üçyüz yirmidokuz ediyor. İki bir sayılsa, üçyüzyirmibeş, aynen ¬a²5«x²7!öÅ›¬*¬(@«5ö²w­«6 deki muhatab o olmasına işaret ediyor, belki delâlet ediyor. Eğer -@«8«±J7«! daki okunmayan elif-lâm sayılsa, kaideten ›¬*¬(@«5 ye dahi bir elif-lâm dahil olmak lâzım gelir. Çünki târif için, muzafünileyh kalktıktan sonra elif-lâm lazım gelir, o halde dahi müsavi olurlar.
 
            Dördüncü Vecih : Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine te'minat veriyor ²r«F«#ö«ž«:ö²u­5 "Korkma, sözlerini söyle" diyor. Sen şark ve garbe gideceksin; çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkınde bir tarz ile kurtularak mahfuz kalacaksın. Evet, bu hizmet-i Kur'âniye içindeki zat, hakikaten esaretle şarka gitti. Ve yine acîb bir esaretle Asyanın garbında ondokuz sene kaldı. Hazret-i Şeyhin dediği gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi Sözler' ledir. ²r«F«#ö«ž«:ö²u­5 hükmiyle, çekinmeyerek Hazret-i Şeyhin dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve mehâlik-i azîmeye düştüğü halde, bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyhin dediği gibi mahfuz kalmış. Hem fevkalme'mûl, bir gurbet diyarında fevkalâde inayete mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, bir risale sırf o inâyâtın tâdâdında yazılmıştır. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, biz onun etrafında ¬^«<@«X¬Q²7!ö¬w²[«Q¬"ö°‰:­h²E«8 fıkrasının meâlini gözümüzle görüyoruz.
 
            Beşinci Vecih : Üstadımız kendisi söylüyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namiyle bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def'a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.
Sonra bir inâyet-i İlâhiyye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda Hazret-i Şeyhin "Fütuh-ül Gayb" namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet ve irşadiyle eski Said (R.A.) yeni Saide inkılâb etmiş. O Fütuh-ül-Gaybın tefe'ülünde en evvel şu fıkra çıktı: «t«A²V«5ö›¬:!«G­<ö@®A[¬A«0ö²`­V²0@«4ö¬^«W²U¬E²7!ö¬*!«(ö]¬4ö«a²9«! Yâni, "Ey bîçâre! Sen Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiyede bir âza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış." İşte o vakit, o tefe'ül sırriyle, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat'iyyen anladım. O şeyhime dedim: "Sen tabibim ol." Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. "Fütuh-ül-Gayb" kitabında "Yâ gulâm!" tâbir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulâm yerine vaz'ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. "Eyyüh-el-münafık " "ey dinini dünyaya satan riyakâr" diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı." Hocamızın sözü bitti.
            İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki, Hazret-i Şeyhin müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî'dir. Ve demiş:
­Æ­h²R«#ö«žö]«V­Q²7!ö¬t«V«4ö]«V«2ö!®G«"«!ö@«X­,²W«-ö«:ö«w[¬7Å:«ž²!ö­‰x­W­-ö²a«V«4«!
fıkrasiyle ba'del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasiyle, böyle hârika keramet-i acîbe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymetdar bir hizmet-i Kur'aniye bir müridinin vâsıtasiyle olacağını onun görmesi ve göstermesi şe'nindendir. Şeyhin bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs, binden sonra, ondördüncü asırda geleceğine bir îmadır.
            Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi (R.H.), Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib (R.H.), Zühtü, Bekir Bey, Lütfi (R.H.), Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş (R.H.) Hâfız Ahmed (R.H.), Hacı Hâfız (R.H.), Mehmed Efendi (R.H.), Ali Rıza.
 
Şeyh-i Geylânî'nin Fıkrasiyle Kerametkârane Verdiği Haber-i Gaybînin Tetimmesidir.
            ›¬G<¬h­W¬7ö@«9«! fıkrasında ›¬G<¬h­8 "Molla Said" kelimesine tam tevafuk ediyor.Yalnız bir elif fark var. Elif ise, kaide-i Sarfiyece "elfün" okunur. Elfün ise, bindir. Demek bin ikiyüz doksandörtte dünyaya gelecek bir müridi, bu "müridî" lâfzında muraddır. Çünki ›¬G<¬h­W¬7 de lâm sayılsa ikiyüz doksandört eder ki, bir tek fark ile Saidin tarih-i velâdetine tevafuk eder. Esas arabî sayılsa fark yoktur. Lâmsız ›¬G<¬h­8 ise ikiyüz altmışdört eder. "Molla Said" dahi ikiyüz altmış beş eder. "Molla"daki elif, bine işaret olduğu için mütebakisi ikiyüzaltmışdört kalır.
            Elhâsıl : Şu zamanda dellâl-ı Kur'an ve hâdim-i Fürkan olan o adamın iki ismi ve iki lâkabı var. "Elkürdî" lâkabı ile "Molla Said" ismi, ›¬G<¬h­W¬7ö@«9«! fıkrasında zâhir görünüyor. "Nursî" lâkabiyle Bediüzzaman Said ismi ¬a²5«x²7!öÅ›¬*¬(@«5ö²w­«6 fıkrasında âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur'aniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsi Bey'e
 ]¬BÅA«E­W¬"ö@®5¬(@«.ö!®G[¬Q«,ö­k[¬Q«#ö@®M¬V²F­8ö¬yÁV¬7 fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işaretler var.
Risale-i Nur talebeleri namına
SAİD KENDİ SÖYLÜYOR :
            Hazret-i Şeyh-i Geylânî, hizmet-i Kur'aniyeye nazar-ı dikkati celbetmek ve o hizmet-i Kur'aniye, âhir zamanda dağ gibi büyük bir hadise olduğuna işaret için, kerametkârâne şu hizmette istidat ve liyakatımın pek fevkınde bulunması ve fedâkar, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil, belki sebkatiyet noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izharında mânevî bir zarar bana terettüb eder, bir gurur, bir hodfüruşluk getirir diye sekiz-on senedir tevakkuf ettim. Bu günlerde izhara bir ihtar hissettim.     Elhasıl : Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar ettim. Eğer kusur etmiş isem, Cenâb-ı Hak afvetsin.
¬€@Å[±¬X7@¬"ö­Ä@«W²2«ž²!ö@«WÅ9¬!
..............................................................................................................
            ]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«[«4 fıkrasında dahi Hazret-i Şeyhin (R.A.) muhatabı, şüphesiz Bediüzzaman Molla Said'dir (R.A.)
            Elhâsıl : Şu acib kasidesinin âhirindeki şu beş beyitte beş kelime, medar-ı nazar-ı Şeyh ve mahall-i hitab-ı Gavsîdir. Ve o beş kelime ise, !®G[¬Q«,ö«:ö›¬*¬(@«5ö«:ö!®G¬L²X­8ö«:ö›¬G<¬h­8ö«:ö›¬G<¬h­W¬7ölâfızlarıdır.
            Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye vermedi. Belki Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak, fitne ve belâlardan izn-i İlâhî ile ve Şeyhin duasiyle ve himmetiyle mahfuz kalacak.
            Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek, sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur'aniyenin şâhikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil. Mâdem bu keramet-i Gavsiyeyi ilân ve izharından, Kur'an şâkirdlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor, elbette arkalarında Şeyh-i Geylânî gibi kahramanlar kahramanı zatlar himmet ve dualariyle ve izn-i İlâhî ile himaye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.
            Elhasıl : Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar ettim. Eğer kusur etmiş isem, Cenâb-ı Hak afvetsin. Said'in dahi iki lâkabı olan "Nursî", "Elkürdî"; iki ismi "Molla Said", "Bediüzzaman" bu beş kelimede bulunur. Hazret-i Gavs'ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş kelimesinde, âşikar bir surette, mezkûr iki isim ve lâkab, ilm-i cifir kaidesinde makam-ı ebced ile görünmesi şüphe bırakmıyor ki, Hazret-i Şeyh kasidesinin âhirinde onunla konuşuyor, ona teselli verip teşci' ediyor. «w[¬TÅB­W²V¬7ö­^«A¬5@«Q²7!«:ö sırriyle muvaffakiyetine te'minat veriyor.
¬Æ!«xÅM7@¬"ö­v«V²2«!ö­yÁV7!«:ö­yÁV7!öÅž¬!ö«`²[«R²7!ö­v«V²Q«<ö«žö
]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«[«4 fıkrasında ]¬W²P«9 kelimesi, makam-ı ebcedîsi bin olup; ¬*xÇX7!ö­^«7@«,¬* iki farkla, ¬*xÇX7!ö¬Æ@«B¬6ö­u¬=@«,«* un iki medde sayılmazsa ve şedde de lâm sayılsa, makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek ²r«F«#ö«ž«:ö­y²V­T«4ö]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«[«4 fıkrasının meal-i gaybîsi şudur ki: ²r«F«#ö«ž«:ö²u­T«4ö@«Z¬"ö²G¬;@«%ö¬*xÇX7!ö¬^«7@«,¬*ö«r±¬7Ïx­8ö@«< yâni "Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış." ¬yÁV7!ö«G²X¬2ö­v²V¬Q²7!«:
            Amma ²r«F«#ö«ž«:ö­y²V­T«4 fıkrasında şâyan-ı hayret bir tevafuk var ki: İlm-i Cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz otuziki eder.Şu halde ²r«F«#ö«ž«:ö­y²V­T«4ö]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«< meâl-i gaybîsi " Yâ Risalet-ün-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üçyüz otuzikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!" Filhakika Said (R.A.) Hürriyetten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise, bin üçyüz otuzikide İşârât-ül-İ'caz'ı te'lif ile beraber Eski Saidden sıyrılmak niyet edip, yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i mâneviyeye başlayıp, iki-üç sene sonra da Dâr-ül-Hikmet-i İslâmiyede bir iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylânînin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur'âniyeyi neşretmiş. Lillâhilhamd, şimdiye kadar devam ediyor.
            Bu şâyân-ı hayret fıkrada cây-ı dikkat şu nokta var ki; Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan şu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgû felâketi gibi feci', dehşetli meşhur fitnenin çok elîm ve feci' ve kuburdaki emvatı ağlattıracak derecede dehşetli bir nev'i, şu ondördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh ondan buna bakıyor.
Risale-i Nur Talebeleri Namına
Re'fet, Husrev, Hâfız Ali, Sabri
 
 Şu Keramet-i Gavsiye Münasebetiyle Üç Nokta Beyan Edilecek
            Birinci Nokta : Hazret-i Gavs'ın kasidesinin başında bu beş satırdan evvel, acib, pek garib, çok beliğ, nazdârâne tahdis-i ni'met suretinde bir dâva-yı iftiharkârâne ifade eden iki sahifelik kasidesindeki hârika dâvasına delil olarak bir keramet-i bâhireyi âdeta mu'cizeye yakın bir hârikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayrette bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet izhar etti ki; sekizyüz sene bir mesafede Cenâb-ı Hakkın izniyle, i'lâmiyle zamanımızı tafsilâtiyle görür tarzında, bizim gibi âciz, zaif talebelerine ders verip teşvik eder. İşte Hazret-i Gavs'ın dâvasına bu ihbar-ı gaybîsi en bâhir bürhan olduğu gibi, Risale-i Nurun eczalarının hakkaniyet ve ulviyetine bir hüccet-i katıa hükmündedir. Evet, Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle Sözlerin hakkaniyetini imza ediyor.
            İkinci Nokta : Ehl-i tarîkat ve hakikatca müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hakda sülûk eden bir insan nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatiyle konuşur ve hâkeza.. tâ fenâfirresûl, fenâfillâha kadar gider. Meselâ: Nasılki, gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatiyle güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. "Ben böyle istiyorum" der; yâni "Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor." Çünki kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor, "Böyle emrediyor " der. Öyle de Gavs-ı Geylânî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvâk-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsinin makamı noktasında ve Zât-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm)'ın verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi, fenâ-yı mutlak ile Cenâb-ı Hakkın tecelli-i zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmiyen onu söyliyemez, söylese mes'uldür. Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resûl-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm)ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zâhir görünen, temeddüh ve iftihar değil, belki tahdîs-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yâni tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlâhiyyeyi yâdedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.
            Üçüncü Nokta : Keramet, mu'cize gibi Cenâb-ı Hakkın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise, bâzan biliyor, bâzan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kablelvuku' bilen ve ikram-ı İlâhîye ihtiyarıyla tevfik-ı hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenâb-ı Hakkın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, mâdem o keramet ikramdır; bütün tafsilâtiyle keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen; Hazret-i Şeyh; i'lâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur'aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlâhî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden, mu'cizevârî, kudret-i beşer fevkınde bir şekil almış. Sun'î, irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünki intakdır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.
            Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: "Biz İslâmiyeti kabûl edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî'yi de inkâr edemiyoruz."Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatca teslim edilmiştir.
            İşte böyle güneş gibi bir mu'cize-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, gayb-âşinâ nazariyle asrımızı görüp, böyle bir keramet izhariyle teselli verip teşci' etmek şe'nindendir. Acaba hiç mümkün müdür ki "Sultan-ül-Evliya" makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mâzi ve müstakbeli hâzır gibi izn-i İlâhî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf ile Kur'anın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve te'mine muhtaç bîçâre Kur'anın hâdimlerine ve talebelerine lâkayd kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki, bizimle münasebetdar olmasın? Sekiz, dokuz, belki onbeş kuvvetli delilden kat'-ı nazar, edna bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delâlet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünki, makam iktiza ediyor, mutabık-ı muktezayı haldir ve münasebet kavîdir.
            Ey benimle beraber Hazret-i Şeyhin teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mâzide mevcud ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahr-ül-âlemin Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Mâdem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara îtimad edip ve emirlerine bilâ kayd u şart itâat etmeliyiz.
            Ehl-i dünyanın telsiz telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatın da mâziden, dokuzyüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle mânevî telefonları işliyebilir ve mânevî teleskopları görebilir. Malûmdur ki zaif emareler, içtima ettikçe kuvvet bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima ettikçe kopmaz halat olur. Küllî umumî kayıdlar, içtima ettikçe hususiyet peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyhin bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtimaında hiç şek ve şüphe bırakmadı ki: Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur'an-ı Hakîmin şâkirdlerine biiznillâh üstadlık ediyor; bihavlillâh şefkati altında himaye ediyor.
 
Cem'-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet
İle üç sütun üzerine durur.
Râyet-i ulviyet-i Şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir.
İlham-ı Hudâ, kitab-ı Abdülkadir.
Bâz-ül-eşheb ferd-i ferîd-i deveran.
Gavs-ı A'zam Cenâb-ı Abdülkadir.
Said Nursî
* * *
 
 
Risale-i Nur Şakirdlerinin Bir Fıkrasıdır
]¬BÅA«E­W¬"ö@®5¬(@«.ö!®G[¬Q«,ö­k[¬Q«#ö@®M¬V²F­8ö¬yÁV¬7ö¬a²5«x²7!öÅ›¬*¬(@«5ö²w­6«:
            İlm-i Cifirle Mânası:
            "Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrinle beraber maişetini düşünme, nâsdan minnet alma, ismin "Said" olduğu gibi maişette de mes'ud olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş." Evet, Lillâhilhamd, Gavsın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı A'zam, "Said" namiyle tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, İlm-i Cifir esrariyle sekiz-dokuz cihette, Said'in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mâna-yı zâhirîsi ile maâni-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihdeki işaretler birbirini te'yid ettiğinden sarahat derecesine çıkmış.
¯^«X²B¬4ö«:ö¯±h«-ö±¬u­6ö]¬4ö­y­,­h²&«!«:ö­y­4@«F«<ö@«8ö@®P¬4@«&ö›¬G<¬h­W¬7ö@«9«!
            İlm-i Cifirle Mânası:
"Ondördüncü asırda "El-Kürdî" lâkabiyle yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah'ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun muhafızıyım."
            Evet Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavs'ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.
¯?«G²V«"ö±¬›«!ö]¬4ö«*@«,ö@«8ö!«)¬!ö­y²C¬3«!ö@®"¬h²R«8ö«:ö@®5²h«-ö«-@«6ö@«8ö!«)¬!ö›¬G<¬h­8
            İlm-i Cifirle Mânası:
            "O Gavs'ın müridi olan Said-ül-Kürdî, Rusya'da esaretle Asyanın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid'anın eliyle Asyanın garbına nefyolunarak kaldığı mikdarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeğe mecbur olduğu zaman, Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdad etmişim ve istimdadına yetişmişim." Evet Hazret-i Gavs'ın müridi ünvaniyle irade ettiği Said (R.A.), üç sene esaretle Asya'nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat'ederek çok şehirleri gezip Gavs'ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.
¬^«<@«X¬Q²7!ö¬w²[«Q¬"ö°‰:­h²E«8ö«tÅ9¬@«4ö²r«F«#ö«ž«:ö­y²V­T«4ö]¬W²P«9ö!®G¬L²X­8ö@«[«4
            İlm-i Cifirle Mânası:
            Bediüzzaman Molla Said namiyle yâdolunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: "Benim nazmımı, yâni meslek ve meşrebimi ve mücâhedatımı gösteren makalâtımı söyle; yâni nazmımdan murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır. ²r«F«#ö«žö«:ö­y²V­T«4 Bin üçyüz otuzikide o Sözler ile mücahedeye başla. Sen inayet-i İlâhiyyenin hıfzındasın."
            Evet, !®G¬L²X­8 İlm-i Cifirle "Molla Said"i gösterdiği gibi ]¬W²P«9 ,öŽöile Risalet-ün Nuru gösterir. Ve ]¬8 ile hem Mektubat'ı hem ›¬(²h­U²7!ö¬G[¬Q«,ö­€@«W¬V«6 gösterir. "Kelimat" Sözler demektir.
²r«F«#ö«žö«:ö­y²V­T«4 bin üçyüz otuzikiyi gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte "İşârât-ül-İ'caz Tefsiri"nin neşriyle mücahedeye başlamış.
 
* * *
 
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin İşâratını Teyid Eden Üç Remiz
            Birinci Remiz :@®P¬4@«&ö›¬G<¬h­W¬7ö@«9«! İlm-i Cifir itibariyle, makam-ı ebcedî hesabiyle, bin üçyüzotuzaltıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, "Bu tarihte istikbalde gelecek müridini emr-i İlâhî ile muhafaza edecek " diyor. Evet, bu bîçâre Said dahi diyor: Nev'-i beşere gelen en büyük bir musibet Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs'ın gösterdiği arabî tarihte veya az evvel, hârika bir surette kurtuldum. Hattâ bir def'a, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde te'sir etmediler. Bitlis'in sukutunda, bir mikdar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim.
            Bunun gibi müteaddid tehlikede Hazret-i Gavs'ın gösterdiği tarih-i arabî itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenâb-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.
            İşte bu @®P¬4@«&ö›¬G<¬h­W¬7ö@«9«! fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işâret ettiği gibi, bu fakirin etrafında hizmet-i Kur'âniye işinde toplanan arkadaşlarımdan dokuz talebesini ²o¬4@«& ismi ile işâret ediyor. ¯^«X²B¬4ö«:ö¯±h«-ö±¬u­6ö]¬4ö­y­,­h²&«!«:öfıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek ikincisi ¯^«X²B¬4ö±¬u­6ö]¬4ö­y­,­h²&«! ve bu cümle ±¬u­6 deki şedde sayılmazsa bin üçyüz kırkdört eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden, bir himayet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı ¬}«W²Q±¬XV¬7ö_®C<¬G²E«# ilân ediyorum.
            İkinci Remiz:
¯?«G²V«"ö±¬›«!ö]¬4ö«*@«,ö@«8ö!«)¬!ö­y²C¬3«!ö@®"¬h²R«8ö«:ö@®5²h«-ö«-@«6ö@«8ö!«)¬!ö›¬G<¬h­8
fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefy olduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:
            Şu fıkranın hakikî tâbiri ¯»²h«-ö]¬4ö!®h[¬,«!ö›¬G<¬h­8ö«-@«6ö@«8ö!«)¬! oluyor. Demek zaman-ı esaret ¯»²h«-ö]¬4ö!®h[¬,«!ö›¬G<¬h­8ö«-@«6ö@«8 de çıkıyor. Ve binüçyüz otuzyedi ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petroğradan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok enva-i mehâlik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul'a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, o esaret-i şarkıye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlâhî ile istigaseme meded görüyordum. Demek izn-i İlâhî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasiyle yapmış.
            Amma @®"¬h²R«8ö«-@«6ö@«8 kaydı, tarih-i arabî olarak bin üçyüzellibir meşhur Rumî tarihiyle iki sene fark var. İşte -Hazret-i Gavs'ın dediği gibi- bu fakir, tarih-i arabî ile bin üçyüz ellibirde, şeâir-i İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o mânevî herc ü mercdeki fırtınalar bizi sarsmadı.
            Hem @®"¬h²R«8 kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin ikiyüz doksaniki eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel; veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber
@®"¬h²R«8ö«-@«6 bin üçyüz ondört eder. Bin üçyüz ondört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (R.A.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki, bin üçyüz ondört, bin üçyüz onbeş - onaltı senelerinde, Van kal'ası ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz... Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o .mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî, hârika bir imdad-ı gaybî telâkki ettik.
            İşte Hazret-i Gavs, mâdem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.
            Elhâsıl : Hazret-i Gavs'ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları mânasiyle ifade ettikleri gibi; hesab-ı ebced makamiyle mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işârâtın kuvvet-i katiyyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Mâdem bu beş satır kasidesi, bir keramettir; keramet ise mu'cize gibi Cenâb-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev'indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.
 
 
Lâtif Bir Tefe'ül
            Şeyh Sa'di-i Şîrâzînin "Bostan"ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık, tefe'ül bu çıktı:
a²S­ô«9ö²ŠY­'ö²w[¬X­åö²u­A²V­"ö²ç[¬;ö-­h«"öa²S­ô­-ö_«X²Q«8ö-@«B²K¬V­óö_«#ö²h«ô¬9
|¬V­óö²f«<:­I«9ö²k«9!Y«F­B²,­!ö²ˆ«!öy¬6ö²u­A²V­"ö²w[¬X­åö²…«I[¬W¬"ö²h«óö²`«D«2
            Meâli: Yâni "Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiç bir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın."
            Bu meâl, maksadımıza o k.adar yakındır ki tâbire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur'an Cennetindendir, ondan gelmiştir.
Mehmed, Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (R.A.)
* * *
¬v[¬&ÅI7!ö¬w´W²&ÅI7!ö¬yÁV7!ö¬v²K¬"ö
            Gavs, meşhur kasidesinde -sarahat derecesinde- bizlerden, yâni hizb-ül-Kur'andan haber verdiği gibi, daha bir kaç yerde yine işârî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında "Mecmuat-ül-Ahzab"ın 563'üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:
­y²C¬3«!ö]¬8@«0ö¬h²E«"ö]¬4ö¯*@«3ö²:«!ö¯Æ²h«R¬"ö²:«!ö¯»²h«L¬"ö]¬9@«2«(ö!«)¬!ö›¬G<¬h­W«4
            "Garbda beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim." Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üçyüz otuzdokuzda müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs'dan istimdad eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, "Fütuhül-Gayb" Kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, bîçare Said-ül-Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat'î gösterdiği gibi, bu kasidede de ›¬G<¬h­W«4 den murad odur. Çünki ¯Æ²h«R¬"ö]¬9@«2«( ebced hesabiyle bin üçyüz otuzdokuz eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul'da idim. ¯Æ²h«R¬"ö]¬9@«2«( makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesabda !«)¬! lâfzı dahil olmaz. Çünki !«)¬! zamanı gösteriyor, ¯Æ²h«R¬"ö]¬9@«2«( cümlesi o mübhem zamanı tâyin ediyor.
            Hem ezcümle, "Mecmuat-ül-Ahzab"ın ikinci cildinin 379'uncu sahifesinde Hazret-i Gavs'ın "Vird-ül-İşâ" namındaki münâcâtında şu fıkra var.
(Hâşiye:1)[1] «:ö­ÆÅh«T­W²7!ö­G[¬QÅ,7!ö«x­;ö¬^«8«ŸÅ,7!ö¬u¬&@«,ö]«7¬!ö­u¬.!«x²7@«4 (Hâşiye) ­ÆÅH«Q­W²7!ö«:ö­GÅQ«A­W²7!öÇ]¬TÅL7!ö«x­;ö¬¾«Ÿ«Z²7!ö:­) «:
            İşte Gavs'ın şu fıkrası, ½G[¬Q«,ö«:öÊ]¬T«-ö²v­Z²X¬W«4ö âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve ondördüncü asırda âyetin külliyetinde dahil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var.
Âyetin külliyetinde Şu fıkra-i Gavsiyede bir îma var. Buradaki "Said" lâfzında, meşhur kasidesindeki !®G[¬Q«,ö­k[¬Q«# kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi; ­GÅQ«A­W²7!öÇ]¬TÅL7!ö«x­;ö¬¾«Ÿ«Z²7!ö:­) fıkrasiyle kendisinden sonra vukubulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütübhaneleri Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgû felâketini haber vermekle beraber; Hülâgû gibi ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi, mezkûr âyete istinaden haber veriyor.
            Evet, ¬^«8«ŸÅ,7!ö¬u¬&@«,ö]«7¬!ö­u¬.!«x²7@«4 fıkrasiyle Hizb-ül-Kur'ana işaret ettiği gibi ­ÆÅH«Q­W²7!ö«:ö­GÅQ«A­W²7!öÇ]¬TÅL7!ö«x­;ö¬¾«Ÿ«Z²7!ö:­) fıkrasiyle ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgû ve vüzerası gibi davranan bâzı malûm insanların isimleri İlm-i Cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk ediyor, gösteriyor.
            Malûmdur ki tevafuk, İlm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise, delâlet denilmez; fakat hafî bir îma olur. Eğer iki cihet ile aynı mes'eleye tevafuk gelse, îmadan remiz derecesine çıkar. Eğer iki-üç cihetle aynı mes'eleye gelse işaret olur. Eğer meâni-i elfaz işârât-ı harfiyeye münasib gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o mânaya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı-yedi vecihle tevafukla beraber, mâna-yı kelimat işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hâle de mutabık olsa, o delâlet o vakit sarahat derecesine çıkar. İşte bu düstura binaen, Şeyh-i Geylânî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizb-ül-Kur'andan bahsettiği gibi ¬š@«L¬Q²7!ö­(²*¬: münâcâtında dahi mezkûr âyete istinaden Hizb-ül-Kur'anın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.
            Gavs-ı A'zamın istikbalden haber verdiği nev'inden, meşhur Şeyhül-islâm Ahmed-i Câmî dahi İmam-ı Rabbânî (R.A.) olan Ahmed-i Farukî'den haber verdiği gibi, Celâleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu nevi'den çok evliyalar, vâkıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem mutlaktır, fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil'istihkak kendilerine almışlar. Meselâ Ahmed-i Câmî (K.S.) demiş ki: "Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir." Yâni o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânînin (K.S.) büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat'iyyen kendine almış. Hazret-i Mevlânâ Celâleddin-i Rumî de (K.S.) Nakşibendîden mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları o haberi de bil'istihkak kendilerine almışlar.
            İşte bu kerametkârâne ihbar-ı gaybî nev'inden Gavs-ı Azam (K.S.) dahi. Hizb-ül-Kur'andan -işârî bir surette- haber verdiği gibi; Hizb-ül-Kur'anın bir hâdimi olan bu bîçare Saidi (R.A.) iki yerde sarahaten haber veriyor. Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu bîçâre Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tâbiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf u İlâhî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Âdeta bir nefer iken, müşîriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs, öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp -sarahat derecesinde- parmağını onun başına basıyor.
            Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vâkıalar vardı. Kendimi hiç bir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bâzan tesadüfe, bâzan da başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatım geliyor ki, o hârikalar, Gavs-ı A'zamın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasiyle, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nev'inden, bir nevi inâyet-i İlâhiyyeye mazhar olmuşuz.
            Ezcümle, ben menfî olarak İstanbul'a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dâr-ül-Hikmet-il-İslâmiyedeki hizmet-i Kur'aniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde: Meşihat dairesi ne haldedir? Diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevab aldım ki; ruhum,- kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: "Yüzer sene envar-ı Şeriatın mazharı olmuş olan o daire şimdi büyük kızların lisesi ve mel'abegâhıdır." İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i me'yusiyetle ah vah diyerek dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zatların hararetli ahları, benim âhıma iltihak ettiler. Hâtırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî'nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskidenberi nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece meşihat kısmen yandı; herkes vâesefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, Elhamdülillâh dedik. Zannederim ki, bu fakir millete ikiyüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mânâ var. İnşâallah bu da bir îkaz ve intibahı verecektir. Ateş bâzan sudan ziyâde temizlik yapar.
            Hakikatlı bir Lâtife : Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyh-ül-İslâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: "Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa'dan getirdiğin cihetle, İstanbul'a öyle bir bok sıçdın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizliyemez."
 

(Hâşiye) tevafuk sırriyle Ê]¬T«-ö²v­Z²X¬W«4ökelimesinde bu zamanın en büyük şakîlerinden üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî ayette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir, belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs; bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde kerametkârane bahsettiği fitne-i âhir zaman içindeki şâkirdlerini görüp, o zamanın şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcâtında dahi o kasidenin meâline bakıyor.
 

Arama

Yardım

* Sıkça Sorulan Sorular Bölümünde sol taraftaki menüden kategori seçerek ya da arama yaparak soruları listeleyebilirsiniz.
* Listelenmiş sorulara tıklayarak tamamını okuyabilirsiniz.
* Arama yaptığınızda listelenen soruların kategorilerine başlık içerisinde turuncu ile yazılmış linkler sayesinde ulaşabilirsiniz.