İşaratu-l İcaz | Nükteyi İcaziye | 168
(155-175)

Kur’ân-ı Kerîm belâgatça kıymetli olan üslûbuna binâen, onların kullandıkları kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından yerinde denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münâsib olurdu. Fakat bu münâsebetin nazara alınmaması, latif bir üslûba işârettir ki: Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de bir misâl ile tasdik ve isbat edilmiş olur. Yahut ile paranın darbına îma edilmiştir. Yâni temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor. Yâni nasılki sikke; gümüş ve altına kıymet veriyor, darb-ı meseller de kelâmlara o nisbette kıymet ve i’tibâr veriyor. Ve bu işâretle, vehimleri def’etmek için temsillerin güzel bir vâsıta olduklarına ve temsillerin bid’a olmayıp belâgat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna îma edilmiştir. Evet durub-u emsal, ma’lûm kaidelerdendir. Daha kısa ve muhtasar olan masdarı üzerine nin fiil sîgasiyle tercihan zikredilmesi, i’tirâzlarının menşei bizzât temsil olmayıp, hakareti olduğuna işârettir. Çünkü temsiller haddizâtında kıymetli olup, i’tirâzlara mahal değildirler. Zîra fiildir. Fiil, müstakil ve sâbit olmadığından, sanki latiftir. Mütekellimin kasdı onda durmuyor, mef’ule geçiyor. Masdar olan ise isimdir. İsim, müstakil ve sâbit olduğu için sanki kesiftir. Mütekellimin kasdını cezbedip, mef’ule vermemesi ihtimali vardır.

Binâenaleyh denilmiş olsaydı;

Səs yoxdur