Evet, Kur’ân-ı Kerîm, evvelce gaibane yaptığı hikâyeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belâgatça ma’lûm bir nükte içindir. Şöyle ki:
İnsan, bir adamın fenâlığından, ayıblarından bahsederken hiddeti, gadabı o kadar galebe eder ki; hayalen, hayalî bir ihzar ile hitab sûretiyle kendisine tevcih-i kelâm etmeye başlar veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir, hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitab ile konuşmaya başlar. Bu iltifat ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin lîsan-ı Arab’da büyük bir mevkii vardır. İşte Kur’ân-ı Kerîm bu kaideyi ta’kiben i489 diyerek, sîga-i hitab ile onlara tevcih-i kelâm etmiştir. Sonra vakta ki bu makamda ta’kib edilen maksad; îman, ibâdet etmek ve küfran-ı ni’met etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usûl ve esasları isbat için lâzım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vâzıhı, ahvâl-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve ni’metlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindedir. Kur’ân-ı Kerîm
olan âyet-i kerîme ile, beş düğümlü, müretteb o silsile-i acibeye işâret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş mes’elede hall ve beyân edeceğiz.
Birinci Mes’ele: cümlesi ukdeyi, yâni birinci düğümü açıyor. Şöyle ki:
İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerrâtı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstûr ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, gârib bir tarz ile nutfeye inkılâb eder. Sonra müteselsil inkılâblar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılâbların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yâni hayatsızdır.