Lemalar | Ondokuzuncu Lema | 140
(139-147)

İşte mâdem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mîde, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur... fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın. İşte bu sırra binâen, şimdi iki lokma farzediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta gibi mugaddi maddeden kırk para; diğer lokma, en âlâ baklavadan on kuruş olsa.. bu iki lokma, ağıza girmeden, beden i’tibâriyle farkları yoktur, müsavidirler; boğazdan geçtikten sonra, cesed beslemesinde yine müsavidirler belki ba’zan kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak, ne kadar ma’nasız ve zararlı bir israf olduğu kıyas edilsin. Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz def’a fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır, “Hâkim benim” der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak, “Aman doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün.” dedirmeye mecbûr edecek. İşte iktisad ve kanaat, Hikmet-i İlâhîyyeye tevfik-i harekettir. Kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihayı hakîkiyi kaybeder. Tenevvüü et’imeden gelen sun’î bir iştihayı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on derece fiata çıkmamak gerektir. Fakat, hakîki ehl-i şükrün ve ehl-i hakîkatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası Altıncı Sözdeki müvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası Rahmet-i İlâhîyyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mîzancıklarla Ni’met-i İlâhîyyenin envâını tartmak ve tanımak; bir şükrü ma’nevî sûretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu sûrette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki; kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var.

İsraf etmemek şartiyle ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhîyyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartiyle, lezzetini takib edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lîsanı, şükürde isti’mal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakîkata işâret eden bir hâdise ve bir kerâmet-i Gavsiye:

Səs yoxdur