Lemalar | Yirmialtıncı Lema | 242
(222-267)

Bu hakîkatı çok risâlelerde isbat ettiğimiz gibi, nasılki bir nefer, askerlik vesikasıyla pâdişâha intisâb noktasında yüz bin def’a kendi kuvvetinden fazla, bir şâhı esir etmek gibi eserlere mazhar olur... Öyle de herşey, o kudret-i ezeliyeye intisâbıyla, yüz bin def’a esbâb-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizat-ı san’ata mazhar olabilir.

Elhâsıl; herşeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem sühuletli vücûdu gösteriyor ki, muhit bir ilim sâhibi olan bir Kadîr-i Ezelî’nin eseridir. Yoksa yüz bin muhal içinde, değil vücûda gelmek, belki imkân dâiresinden çıkıp, imtina dâiresine girecek ve mümkün sûretinden çıkıp, mümteni mâhiyetine girecek ve hiçbir şey vücûda gelmeyecek, belki de vücûda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gâyet ince ve gâyet kuvvetli ve gâyet derin ve gâyet zâhir bir bürhan ile şeytanın muvakkat bir şâkirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve LİLLÂHİ’LHAMD, tam îmana geldi. Ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp Âhireti yerine kuracak, hem sineği halkettiği gibi semavâtı da îcad edecek... hem Güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa sineği halkedemiyen, hâtırat-ı kalbime müdahale edemez; niyaz-ı ruhumu işitemez.. semavâtı halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabbim odur ki; hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi, dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar; “Haydi gir” der.

İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünununa sarfeden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ânın lîsanındaki mütemadiyen “LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ” ferman-ı kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakîkatlı ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez kudsî bir rüknü îmanîyi anlayınız ki, nasıl bütün ma’nevî zulümatı dağıtır ve ma’nevî yaraları tedavi eder.

Bu uzun mâcerâyı, ihtiyarlığımın rica kapıları içinde derci, adeta ihtiyarımla olmadı. İstemiyordum, belki usandıracak diye çekiniyordum. Fakat, bana yazdırıldı diyebilirim. (Her ne ise, sadede dönüyorum.) Saç ve sakalımdaki beyaz kılların ve bir vefadarın sadakatsızlığı neticesinde o şa’şaalı ve zâhiren tatlı ve süslü İstanbul’un hayat-ı dünyeviyesinin ezvâkından bana bir nefret geldi. Nefs, meftun olduğu ezvâkın yerinde ma’nevî ezvâk aradı. Bu ehl-i gafletin nazarında soğuk ve ağır ve nâhoş görünen ihtiyarlıkta, bir teselli, bir nur istedi.

Səs yoxdur