Şualar | OnBirinci Şuâ | 263
(205-299)

Evet, Kur’ân’ın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rubûbiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat nâmına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gâyet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvâtın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rubûbiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dâir kavanin-i İlâhîyenin gâyet yüksek ihâtalı beyânatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’ânın muhatablarından en kesretli tâife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düstûrun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor ve bilhassa çok tekrar ile


deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musîbet-i semâvîye ve arziyeyi şiddetle beyânı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avun’un başlarına gelen azablarla baktırıyor ve mazlûm ehl-i îmana, İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlariyle teselli veriyor.

Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette, vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar; canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcûd ve bizimle münâsebetdar bir memleket-i Rabbânîye sûretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’caz ile dersini veren Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân aynı i’caz ile, nazar-ı dalâlette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, bir şehr-i Rahmanî, bir meşher-i sun’-i Rabbânî olarak o camidatı canlandırıp birer vazifedar sûretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdâdına koşturup

Səs yoxdur