Acaba; bu dünyanın bütün muazzam mesail-i siyasiyesi, ölüme ecel’e inanan bir adama daha büyük olabilir mi ki; bunu, ona alet etsin. Çünkü; vakit muayyen olmadığından, her vakit baş kesebilen ecel, ya idam-ı ebedîdir veyahud daha güzel bir âleme gitmeye terhis tezkeresidir. Hiçbir vakit kapanmıyan kabir; ya hiçlik ve zulûmat-ı ebediye kuyusunun kapısıdır veyahud daha dâimî ve daha nurânî bâki bir dünyanın kapısıdır.
İşte; Risâle-i Nur, keşfiyat-ı kudsiye-i Kur’âniyenin feyziyle, iki kere iki dört eder derecesinde katiyyetle gösterir ki, eceli, idam-ı ebediden terhis vesikasına; ve kabri, dipsiz, hiçlik kuyusundan müzeyyen bir bahçe kapısına çevirmeleri, şüphesiz, kat’i bir çâresi var. İşte bu çâreyi bulmak için, bütün dünya saltanatı benim olsa bilâ-tereddüd feda ederim. Evet, hakîki aklı başında olan feda eder...
İşte efendiler, bu mes’ele gibi yüzer mesail-i îmaniyeyi keşf ve îzah eden Risâle-i Nur’a, evrak-ı muzırra gibi, haşa yüz bin def’a haşa! siyaset cereyanlarına âlet edilmiş garazkâr kitablar nazariyle bakmak... Hangi insaf müsaade eder, hangi akıl kabul eder, hangi kanun iktiza eder? Acaba istikbal nesl-i atisi ve hakîki istikbal olan âhiretin ehli ve Hâkim-i Zülcelâli, bu suali, müsebbiblerinden sormayacaklar mı? Hem, bu mübârek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa tarafdar olması ve teşvik etmesi, vazîfe-i hâkimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem mâdem; lâik cumhuriyet, prensibiyle bitarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahâneler ile ilişmemek gerektir.
Salisen: Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı “Hutuvat-ı Sitte” nâmındaki mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.
— Bizimle çalış, dediler.
Dedim:
— Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.