Hattâ, o arslan, kendisine müsahhar bir at şekline girdi.
İşte ey tenbel nefsim! Ve ey hayâlî arkadaşım!
Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini müvazene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnekdar bir bahçeye dâvet edilir. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir mârifet içinde garib şeyleri seyir ve temâşâ ediyor. Hem o bedbaht, vahşet ve me’yûsiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların hücumuna mâruz bir mahpus hükmünde görüyor ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandâr-ı Kerîmin acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor. Hem o bedbaht zâhiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azâbını tâcil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına tâlib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulûmatlı bir evhâm, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstahaktır ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır.
Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil...