Kıskanmak şöyle dursun, gâyet samîmi bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyâde olan kuvvetlerini ve daha ziyade te’sirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakîki kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlâs kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalâletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı ka-zanmak ve ilm-i hakîkatla maîşeti te’min etmek, tama’ ve hırs yolunda re-kabet etmek gibi müdhiş ittihamlara ma’rûz kalıyorsunuz. Bu marazın çâre-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, dâima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak... Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazaranın ulemâsı mâbeynindeki hakperestlik ve insaf düstûru olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.
İşte bu düstûru ehl-i din, ehl-i hakîkat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendileri-ne rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde mu-vaffak olurlar. Ve bu fecî sukut ve musîbet-i hâzıradan Rahmet-i İlâhîyye ile kurtulurlar.