Tarihçe-i Hayat | ÖNSÖZ | 19
(5-20)

İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakîkattırlar. Yâni, tarikattan maksud ve matlub olan gâyeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamıyacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz’eylemişlerdir. Hülâsa; tarikat, şeriat dâiresinin içinde bir dâiredir. Tarikatten düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriatten düşen ebedî hüsranda kalır.

Bu büyük zatın beyânatına göre, Bediüzzamanın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.

Binâenaleyh; bu asîl gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risâle-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mâni kalmadığı gibi, bilâkis, Risâle-i Nur; tasavvuftaki “Murakabe” dâiresini, Kur’ân-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet; insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu “Tefekkür” sebebiyle sadece kalbinin mürakabesi ile meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letâifi ile birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın o âlemlerde bin bir şekilde tecelli etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, sıfat-ı ulyâsını kemâl-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü içine girdiği “Mâbed” öyle ulu bir mâbeddir ki; milyarlara sığmayan cemâatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlikını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lîsanları, şive, nâme, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan: ¬


diyorlar.

Risâle-i Nurun açtığı îman ve irfan ve Kur’ân yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede girer. Ve herkes de îman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.

Səs yoxdur