Tarihçe-i Hayat | Birinci Kısım - İlk Hayatı | 137
(30-149)

Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında; “Mirza Bediüzzamana mektup” diye yazılı olarak gördüm. Fesübhanallah! dedim, bu bana hitab ediyor. O zaman, Eski Said’in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lâkabla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Demek, İmâmın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona, o iki mektûbu yazmış. O zâtın hâli benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektûbu kendi derdime devâ buldum. Yalnız, İmâm o mektûblarında tavsiye ettiği gibi çok mektûblarında musırrane şunu tavsiye ediyor. “Tevhid-i kıble et” yâni: “Birini üstad tut, arkasından git, başkasiyle meşgul olma.” Şu en mühim tavsiyesi, benim isti’dâdıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm.. bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı câzibedar hâsiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve şu cedvellerin menbaı ve şu seyyârelerin Güneşi, Kur’ân-ı Hakîmdir, hakîki tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur, ona yapıştım. (Hâşiye) ...”


* * *

“Harb-i Umûmî” de mağlûbiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz diyenlere cevaben:

— Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşâallah diyerek tebessüm eylerdi.

İstanbul’da, en büyük ve en ehemmiyetli ve te’sirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de “Hutuvât-ı Sitte” adlı eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i dîniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir.


Hâşiye: Yazının sonunda diyor: “Nakıs ve perîşan isti’dâdım, elbette lâyıkiyle, o mürşid-i hakîkinin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat, ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecatına göre o feyzi, o âb-ı hayatı yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’ândan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâli mesâil-i îmaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhîyye hükmündedirler.”

Səs yoxdur