Hulusi Yahyagil Ağabeyin Üstadla Tanışması 28 Temmuz 2009
HULUSİ AĞABEY’İN ÜSTADLA TANIŞMASI
Eğridir’de iken,cami cemaatından meczub Şeyh Mustafa adında bir zat vardı. Camiden her çıkarken,müteaddit defalar bana: “Senin derdinin dermanı Barla’dadır. Orada bir zat vardır,Onu ziyaret etmelisin!”diyordu. Şeyh Mustafa,kendi el yazısı olan Üstadın bir Risalesini bana vermişti. Okumamı söyledi. Fakat öyle bir yazı ki,yazıdan başka her şeye benziyordu. O risaleden fazla bir şey istifade edemedim.
Nihayet 14 Nisan 1929’da,Dağ talimgahından üç tane at tedarik ederek,ben,meczub Şeyh Mustafa bir nefer asker ve iki zat daha Barla’ya doğru yola düştük. Yolda nöbetleşerek atlara binildi. Tabiri caiz ise adeta Hazreti Ömer’in kölesiyle birlikte Kudüs şehrine yolculuk yaptığı şekilde gittik.
Nihayet Barla’ya vardık. Ben daha önceleri,yani 1925 yıllarında Bediüzzaman Said-i Nursi diye bir zat duymuştum. Fakat onu bir tarikat şeyhi olarak tasavvur ediyordum. Kendi kendime “Elbet bir gün onu bulur ziyaret eder,intisab ederim” diyordum. Bu ilk ziyaretimde o niyet ve saikle gidiyordum.
Barla’nın Karaca Ahmet Sultan mevkiine gelmiştik. Orada taze bir abdest aldık ve Barla’ya doğru gidiyorduk. Fakat ben çok heyecanlıydım. “ Ya bu zat iç yüzümüz okur da,günahlarımızı görür,kabul etmezse!..” diye düşünüyordum. Ama yok,o zat âlî-cenablık yaptı. Kusur ve hatalarımıza göre muamele yapmadı. Elhamdülillah bizi kabul etti,içeri aldı. İçeriye odasına girdik,ziyaret ettik.Henüz ayakta idik,oturmamıştık. Herhangi bir şey de söylemiştim...Benim kolumdan tuttum ve “Kardeşim!Ben şeyh değilim,imamım. İmam-ı Rabbani,İmam-ı Gazali gibi bir imamım.”dedi.
Oturmamızı emretti oturduk...Konuşmaya,sohbete başladı. Mukadder suallerimizi cevaplandıracak bir çok mes’elelerimize temas etti,halletti. Kendi şive tarzıyla konuşuyordu. İşte bu ilk sohbette benim gönlüm artık hakikat ateşiyle tutuşmaya başladı. Meseleyi kavradım. O zatın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmani ve Kur’ani olan hizmet yoluna ben de girdim. İşte Risale-i Nur’un parlaması da Elhamdülillah o tarihte başladı.
Hazret-i Üstad ,sohbet ederken,hep Şeyh Mustafa’yı muhattap alıyordu. Şeyh Mustafa ise Hazret-i Üstad’ın hitap ve tevcihlerine dayanamıyor,kalkıp kalkıp yer değiştiriyordu. Bazen çocukça hareketler yapıyordu. Hazret-i Üstad da,arada sırada latifeden ona tokat da vuruyordu. O da; “Efendim Hulusi Bey’i size ben getirdim.”diyordu.
Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstad çok coşmuştu. Bütün müşkillerimizi halletti. Umum mukadder suallerimize de kafi ve şafi cevaplar verdi. Veda edip ayrıldık. Artık Risale-i Nur’un iman hizmeti içine girmiş oldum,gece gündüz durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım.(1)
İlk ziyaretimizden sonra,Eğridir’de bulunduğum iki sene zaman zarfında beş sefer daha Üstad’ı Barla’da ziyaret ettim. Bu ziyaretlerimin birisinde kalkıp veda ediyordum. Üstad bana: “Kardeşim!uzaklığın alameti olan mektuplaşmak adetim değildir. Fakat sen yazabilirsin.” Dedi.
İşte elhamdülillah,Hazret-i Üstad’ın bu izni üzerine bir çok meselelere dair sualler sormak üzere mektuplar yazdım. Bu mektuplaşmalar MEKTUBAT mecmuasının tulu’una bir sebep oldu.(2)
Yine ziyaretlerimin birisinde,vedalaşıp ayrılırken,İLAMA köyüne uğrayacağımı da söyledim. Üstad bana: “Ben de cami için dağa odun getirmeye gidecektim dedi.”dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Biz ilama’ya doğru gidiyorduk. Birden Üstad Hazretleri zihnime ilişti, “Şimdi aniden önümüze çıkmasın”diye düşünürken,birden baktım;oduna giden kafilenin önünde Üstad bir merkebe binmiş geliyor. Ben Hazret-i Üstad,beni görüp de merkebinden inmesin diye yol kenarındaki büyük bir ağacın arkasına saklandım. Üstad tam yaklaşınca,aniden çıkıp ellerine sarıldım. Üstad’ın elinde bir parça kuru ekmek parçası vardı. Onu merkebin üstünde giderken yiyormuş. Beni görür görmez o ekmeğin kalanını bana uzattı. Ben de aldım öptüm,başıma koydum. Ayak üstü biraz konuştuk,konuşma esnasında kendi şivesiyle bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”diye söyledi. Ben üstümdeki muşambayı gösterdim. Yine ayrılmak için izin istedim,tam ayrılırken,bir daha bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”dedi. Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk. Yine üzerimdeki muşambayı gösterdim ve ayrıldım.
Giderken düşündüm,şemsiye yağmur içindir. Halbuki havada hiç yağmur alameti yoktu,apaçıktı. Ayrıldığımızda Üstad:Peki kardeşim Allah’a ısmarladık.”deyip gitmişti. Biz de yolumuza devam ettik. Az sonra sağnak şeklinde müthiş bir yağmur geldi. Öyle ki yolun sağında,solunda seller kalkıyordu. Amma baktım ki yağmur yağdığı halde bize değmiyor. Allah Allah,dedim,yoksa yağmur bizim yolun üstünde mi yağmıyor?..atımı sellerin kattığı yerlere sürdüm. Fakat baktım hayır,yağmur hususi olarak bize değmiyor. Anladım ki;o zat,(Hazret-i Üstad) yağmurun yakında geleceğini hissetmiş ve kalben Allah’a niyaz etmiş ki böyle oluyor.
Dört saat kadar yağmur altındaki yolculuğumuzda Eğridir’e kadar yürüdük. Hiç ıslanmadan vardık.(3)
Hulusi YAHYAGİL ağabey’in Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretleri ile ilgili anlatmış olduğu müteferrik bazı hatıraları daha vardır. Onlardan da bir kaçını zikredelim.
1-“Benim onu ziyaretlerimde, yanında gördüğüm kitaplar şunlardı:
Kur’an-ı Kerim,Hafız Şirazi’nin bir eseri,bir de Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin’in üç ciltlik Mecmuat-ül Ahzab kitabı...
2-“Bir ziyaretimde çay yapıldı. İçiyorduk.
Ben güya nezaket ve edep yapıyorum düşüncesiyle,bardağın dibinde bir parmak kadar çay bıraktım,içmedim. Üstad Hazretleri bana baktı,tebessüm ederek: “Kardeşim sen sünnet bilmez?”diye latifekarane ders verdi. Artık o gün bugün,bardağın dibinde çayın zerresini de bırakmamaya başladım.”
3-Yine Hulusi Bey,henüz Eğridir’den ayrılmadan,Üstad’ın ziyaretleriyle ilgili bir hatırası da şöyledir:
“1930 senesi ilk ayında Üstad Hazretlerinin ziyaretine gitmiştik. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmakla Fahreddin Paşa(Altay)Eğridir’e gelmişlerdi. Hazret-i Üstad: “Kardeşim!Fevzi Çakmak ile Fahreddin Paşa bana selam göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz’ü göndermek istedim. Fakat ben bunlardan yalnız birisine göndermek istiyorum. Hangisine göndereyim?..diye sormuşlardı. Ben de efendim,biz Fevzi Paşa’yı dindar biliyoruz. İsterseniz ona gönderelim, dedim.
Hazret-İ Üstad, “Yok yok!Siz Fahreddin Paşa’ya gönderin” dedi. Kırmızı kalemini eline aldı kitabın üstüne “Bana bir selam göndermişsiniz,ben de selamınıza mukabil bu kitabı sana gönderiyorum.” diye yazdı. Ben de Onuncu Söz’ü Üstad’dan alarak Fahreddin Paşa’ya postalamak üzere adını ve adresini yazdım ve postaya verdim.
Fahreddin Paşa,Konya’da ikinci ordu kumandanı iken,Menemen veya Kubilay Hadisesinde İstiklal Mahkemesi reisliğine getirildi.Astı,kesti,yaptığını yaptı.
Hazret-i Üstad’ın Fevzi Paşa’ya değil,Fahreddin Paşa’ya Onuncu Söz’ü göndermesinde şöyle bir hikmet ve mana fehmettim ki: “Yani dikkat et! Ölüm var!..Haşir ve ahiret var...Öyle bir vazifenin başına geldiğin zaman,zulüm etme!Adaletten ayrılma!..”gibi ihtarlar veriyordu. Nitekim aynı senenin sonunda yani 23 Aralık 1930’da cereyan eden Menemen vakasına selahiyetli bir kimse olarak gönderileceğini ihbar edip bildiriyor gibi idi.”
4-Hulusi Bey’den başka bir hatıra:
“Bir gün ders esnasında bize: “Eğer siz eski zamanda olsaydınız,bu dersleri ve hakikatleri gelip dinlemek ve almak için,kilometreler uzaktan buraya diz üstü sürüne sürüne gelirdiniz .”diye buyurmuşlardı.
Bu hadiseyi te’yiden,Emirdağlı Merhum Mehmet Çalışkan Ağabey de şöyle bir hatıra anlatmışlardı: -Mealen-
“Bir gün Üstad’ımız bize: “Siz nasıl bir Üstad’ın talebeleri olduğunuzu bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz,uzak mesafelerden diz üstü emekliye emekliye gelirdiniz...”şeklinde söylemişlerdi.
5-Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretlerimin sonuncusu idi. Eğridir’den tayinim Konya-Karapınar kazasına çıkmıştı.
Nisbeten hayli uzağa gidiyordum. Ayrılacaktım ama çok üzülüyordum. Bu ayrılığa nasıl tahammül edeceğim diye çok düşünüyordum. Üstad benim çok üzüldüğümü anlamıştı. Bana hitaben: “Sana askerce emrediyorum,merak etmeyeceksin,üzülmeyeceksin!”dedi. Üstad’ın bu sözleri ile,sanki ateşe su döküldüğü gibi bütün üzüntülerim bir anda yok oldu.”
Mukaddeme
Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin mektublarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektub suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:
Birincisi: Hulusi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebeb olması… Ve Sabri’nin dahi Ondokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebeb, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.
İkinci Sebeb: Bu iki zât bilmiyorlardı ki; bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimî, tasannu’suz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaika karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nev’inden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevkettikleri hakikatı ifade etmeleridir.
Üçüncü Sebeb: Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan… Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.
Birinci Hâssa: Bana mensub her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve te’lif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir.
İkinci Hâssa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.
Üçüncü Hâssa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.
Dördüncü Sebeb: Hulusi Bey benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla.. ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatab olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.
Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki; o da bir Hulusi-i Sânidir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’anda arkadaş tayin edilmiştir.
Beşinci Sebeb: Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünki manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahr u gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp, nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum. İşte bu iki şahıs, bu hakikatı herkesten ziyade anladıkları için, onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebeb olmuştur. Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmîn.
(Hulusi’nin birinci fıkrasıdır)
Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!
Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil, belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem ünvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz, hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serapa Nur olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hak ve hakikatını, bu asır insanlarının bilhâssa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahilhamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.
İşte hiç ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatiat ve kusurattan dolayı afvımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülâkatta bu bâbda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.
Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevab vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz u fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikata muvafık ve mutabık bir cevab verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkid olunmaması, her meslek ve mezheb ve meşreb ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatımızın sıhhatine delalet etmeğe kâfidirler.
Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:
Evvelâ: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ülemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecr.
Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.
Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran re’yinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse, bildirilir kanaatındayım.
Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cür’et edilmemesi, ilâ-nihaye bu hâlin devam edeceğine delil olamaz. Hâl-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzât zât-ı fâzılaneleri cevab vereceksiniz.
Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz, başka hiç bir sebeb olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevabsız bırakmayacaksınız.
Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail kat’iyyetle gösteriyorlar ki; ihtiyaç da, hizmet de bitmemiştir.
Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasîb olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.
Evvelâ: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.
Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hilesinden ve cinn ü ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faidesi olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allah-u Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faideli görüyordum. Bundaki hikmet nedir?
Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı, yoksa başka sebeb ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.
Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünki mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ü hayrette bırakan Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemaan eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamürrâhimîn aziz üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmîn bihürmeti Seyyid-il Mürselîn.
Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.
Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.
Nihayet 14 Nisan 1929’da,Dağ talimgahından üç tane at tedarik ederek,ben,meczub Şeyh Mustafa bir nefer asker ve iki zat daha Barla’ya doğru yola düştük. Yolda nöbetleşerek atlara binildi. Tabiri caiz ise adeta Hazreti Ömer’in kölesiyle birlikte Kudüs şehrine yolculuk yaptığı şekilde gittik.
Nihayet Barla’ya vardık. Ben daha önceleri,yani 1925 yıllarında Bediüzzaman Said-i Nursi diye bir zat duymuştum. Fakat onu bir tarikat şeyhi olarak tasavvur ediyordum. Kendi kendime “Elbet bir gün onu bulur ziyaret eder,intisab ederim” diyordum. Bu ilk ziyaretimde o niyet ve saikle gidiyordum.
Barla’nın Karaca Ahmet Sultan mevkiine gelmiştik. Orada taze bir abdest aldık ve Barla’ya doğru gidiyorduk. Fakat ben çok heyecanlıydım. “ Ya bu zat iç yüzümüz okur da,günahlarımızı görür,kabul etmezse!..” diye düşünüyordum. Ama yok,o zat âlî-cenablık yaptı. Kusur ve hatalarımıza göre muamele yapmadı. Elhamdülillah bizi kabul etti,içeri aldı. İçeriye odasına girdik,ziyaret ettik.Henüz ayakta idik,oturmamıştık. Herhangi bir şey de söylemiştim...Benim kolumdan tuttum ve “Kardeşim!Ben şeyh değilim,imamım. İmam-ı Rabbani,İmam-ı Gazali gibi bir imamım.”dedi.
Oturmamızı emretti oturduk...Konuşmaya,sohbete başladı. Mukadder suallerimizi cevaplandıracak bir çok mes’elelerimize temas etti,halletti. Kendi şive tarzıyla konuşuyordu. İşte bu ilk sohbette benim gönlüm artık hakikat ateşiyle tutuşmaya başladı. Meseleyi kavradım. O zatın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmani ve Kur’ani olan hizmet yoluna ben de girdim. İşte Risale-i Nur’un parlaması da Elhamdülillah o tarihte başladı.
Hazret-i Üstad ,sohbet ederken,hep Şeyh Mustafa’yı muhattap alıyordu. Şeyh Mustafa ise Hazret-i Üstad’ın hitap ve tevcihlerine dayanamıyor,kalkıp kalkıp yer değiştiriyordu. Bazen çocukça hareketler yapıyordu. Hazret-i Üstad da,arada sırada latifeden ona tokat da vuruyordu. O da; “Efendim Hulusi Bey’i size ben getirdim.”diyordu.
Sohbet hayli uzun sürmüştü. Üstad çok coşmuştu. Bütün müşkillerimizi halletti. Umum mukadder suallerimize de kafi ve şafi cevaplar verdi. Veda edip ayrıldık. Artık Risale-i Nur’un iman hizmeti içine girmiş oldum,gece gündüz durmadan risale yazıp çoğaltmaya başladım.(1)
İlk ziyaretimizden sonra,Eğridir’de bulunduğum iki sene zaman zarfında beş sefer daha Üstad’ı Barla’da ziyaret ettim. Bu ziyaretlerimin birisinde kalkıp veda ediyordum. Üstad bana: “Kardeşim!uzaklığın alameti olan mektuplaşmak adetim değildir. Fakat sen yazabilirsin.” Dedi.
İşte elhamdülillah,Hazret-i Üstad’ın bu izni üzerine bir çok meselelere dair sualler sormak üzere mektuplar yazdım. Bu mektuplaşmalar MEKTUBAT mecmuasının tulu’una bir sebep oldu.(2)
Yine ziyaretlerimin birisinde,vedalaşıp ayrılırken,İLAMA köyüne uğrayacağımı da söyledim. Üstad bana: “Ben de cami için dağa odun getirmeye gidecektim dedi.”dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Biz ilama’ya doğru gidiyorduk. Birden Üstad Hazretleri zihnime ilişti, “Şimdi aniden önümüze çıkmasın”diye düşünürken,birden baktım;oduna giden kafilenin önünde Üstad bir merkebe binmiş geliyor. Ben Hazret-i Üstad,beni görüp de merkebinden inmesin diye yol kenarındaki büyük bir ağacın arkasına saklandım. Üstad tam yaklaşınca,aniden çıkıp ellerine sarıldım. Üstad’ın elinde bir parça kuru ekmek parçası vardı. Onu merkebin üstünde giderken yiyormuş. Beni görür görmez o ekmeğin kalanını bana uzattı. Ben de aldım öptüm,başıma koydum. Ayak üstü biraz konuştuk,konuşma esnasında kendi şivesiyle bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”diye söyledi. Ben üstümdeki muşambayı gösterdim. Yine ayrılmak için izin istedim,tam ayrılırken,bir daha bana: “Kardeşim şemsiyen yok mu?”dedi. Biz asker olduğumuz için şemsiye taşımıyorduk. Yine üzerimdeki muşambayı gösterdim ve ayrıldım.
Giderken düşündüm,şemsiye yağmur içindir. Halbuki havada hiç yağmur alameti yoktu,apaçıktı. Ayrıldığımızda Üstad:Peki kardeşim Allah’a ısmarladık.”deyip gitmişti. Biz de yolumuza devam ettik. Az sonra sağnak şeklinde müthiş bir yağmur geldi. Öyle ki yolun sağında,solunda seller kalkıyordu. Amma baktım ki yağmur yağdığı halde bize değmiyor. Allah Allah,dedim,yoksa yağmur bizim yolun üstünde mi yağmıyor?..atımı sellerin kattığı yerlere sürdüm. Fakat baktım hayır,yağmur hususi olarak bize değmiyor. Anladım ki;o zat,(Hazret-i Üstad) yağmurun yakında geleceğini hissetmiş ve kalben Allah’a niyaz etmiş ki böyle oluyor.
Dört saat kadar yağmur altındaki yolculuğumuzda Eğridir’e kadar yürüdük. Hiç ıslanmadan vardık.(3)
Hulusi YAHYAGİL ağabey’in Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretleri ile ilgili anlatmış olduğu müteferrik bazı hatıraları daha vardır. Onlardan da bir kaçını zikredelim.
1-“Benim onu ziyaretlerimde, yanında gördüğüm kitaplar şunlardı:
Kur’an-ı Kerim,Hafız Şirazi’nin bir eseri,bir de Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin’in üç ciltlik Mecmuat-ül Ahzab kitabı...
2-“Bir ziyaretimde çay yapıldı. İçiyorduk.
Ben güya nezaket ve edep yapıyorum düşüncesiyle,bardağın dibinde bir parmak kadar çay bıraktım,içmedim. Üstad Hazretleri bana baktı,tebessüm ederek: “Kardeşim sen sünnet bilmez?”diye latifekarane ders verdi. Artık o gün bugün,bardağın dibinde çayın zerresini de bırakmamaya başladım.”
3-Yine Hulusi Bey,henüz Eğridir’den ayrılmadan,Üstad’ın ziyaretleriyle ilgili bir hatırası da şöyledir:
“1930 senesi ilk ayında Üstad Hazretlerinin ziyaretine gitmiştik. O günlerde Mareşal Fevzi Çakmakla Fahreddin Paşa(Altay)Eğridir’e gelmişlerdi. Hazret-i Üstad: “Kardeşim!Fevzi Çakmak ile Fahreddin Paşa bana selam göndermişler. Ben de onlara Onuncu Söz’ü göndermek istedim. Fakat ben bunlardan yalnız birisine göndermek istiyorum. Hangisine göndereyim?..diye sormuşlardı. Ben de efendim,biz Fevzi Paşa’yı dindar biliyoruz. İsterseniz ona gönderelim, dedim.
Hazret-İ Üstad, “Yok yok!Siz Fahreddin Paşa’ya gönderin” dedi. Kırmızı kalemini eline aldı kitabın üstüne “Bana bir selam göndermişsiniz,ben de selamınıza mukabil bu kitabı sana gönderiyorum.” diye yazdı. Ben de Onuncu Söz’ü Üstad’dan alarak Fahreddin Paşa’ya postalamak üzere adını ve adresini yazdım ve postaya verdim.
Fahreddin Paşa,Konya’da ikinci ordu kumandanı iken,Menemen veya Kubilay Hadisesinde İstiklal Mahkemesi reisliğine getirildi.Astı,kesti,yaptığını yaptı.
Hazret-i Üstad’ın Fevzi Paşa’ya değil,Fahreddin Paşa’ya Onuncu Söz’ü göndermesinde şöyle bir hikmet ve mana fehmettim ki: “Yani dikkat et! Ölüm var!..Haşir ve ahiret var...Öyle bir vazifenin başına geldiğin zaman,zulüm etme!Adaletten ayrılma!..”gibi ihtarlar veriyordu. Nitekim aynı senenin sonunda yani 23 Aralık 1930’da cereyan eden Menemen vakasına selahiyetli bir kimse olarak gönderileceğini ihbar edip bildiriyor gibi idi.”
4-Hulusi Bey’den başka bir hatıra:
“Bir gün ders esnasında bize: “Eğer siz eski zamanda olsaydınız,bu dersleri ve hakikatleri gelip dinlemek ve almak için,kilometreler uzaktan buraya diz üstü sürüne sürüne gelirdiniz .”diye buyurmuşlardı.
Bu hadiseyi te’yiden,Emirdağlı Merhum Mehmet Çalışkan Ağabey de şöyle bir hatıra anlatmışlardı: -Mealen-
“Bir gün Üstad’ımız bize: “Siz nasıl bir Üstad’ın talebeleri olduğunuzu bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz,uzak mesafelerden diz üstü emekliye emekliye gelirdiniz...”şeklinde söylemişlerdi.
5-Barla’da Üstad Hazretlerini ziyaretlerimin sonuncusu idi. Eğridir’den tayinim Konya-Karapınar kazasına çıkmıştı.
Nisbeten hayli uzağa gidiyordum. Ayrılacaktım ama çok üzülüyordum. Bu ayrılığa nasıl tahammül edeceğim diye çok düşünüyordum. Üstad benim çok üzüldüğümü anlamıştı. Bana hitaben: “Sana askerce emrediyorum,merak etmeyeceksin,üzülmeyeceksin!”dedi. Üstad’ın bu sözleri ile,sanki ateşe su döküldüğü gibi bütün üzüntülerim bir anda yok oldu.”
RİSALE-İ NUR KÜLLİYATINDA HULUSİ AĞABEY
BARLA LAHİKASINDA BAZI EHEMMİYETLİ MEKTUPLAR
BARLA LAHİKASINDA BAZI EHEMMİYETLİ MEKTUPLAR
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه
Mukaddeme
Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin mektublarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektub suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:
Birincisi: Hulusi ise, âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebeb olması… Ve Sabri’nin dahi Ondokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebeb, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.
İkinci Sebeb: Bu iki zât bilmiyorlardı ki; bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimî, tasannu’suz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaika karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nev’inden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevkettikleri hakikatı ifade etmeleridir.
Üçüncü Sebeb: Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan… Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.
Birinci Hâssa: Bana mensub her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve te’lif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir.
İkinci Hâssa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.
Üçüncü Hâssa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.
Dördüncü Sebeb: Hulusi Bey benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla.. ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatab olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.
Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki; o da bir Hulusi-i Sânidir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’anda arkadaş tayin edilmiştir.
Beşinci Sebeb: Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünki manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahr u gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp, nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum. İşte bu iki şahıs, bu hakikatı herkesten ziyade anladıkları için, onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebeb olmuştur. Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmîn.
(Hulusi’nin birinci fıkrasıdır)
Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!
Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil, belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem ünvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz, hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serapa Nur olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hak ve hakikatını, bu asır insanlarının bilhâssa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahilhamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.
İşte hiç ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatiat ve kusurattan dolayı afvımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülâkatta bu bâbda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.
Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevab vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz u fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikata muvafık ve mutabık bir cevab verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkid olunmaması, her meslek ve mezheb ve meşreb ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatımızın sıhhatine delalet etmeğe kâfidirler.
Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:
Evvelâ: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ülemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecr.
Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.
Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran re’yinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse, bildirilir kanaatındayım.
Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cür’et edilmemesi, ilâ-nihaye bu hâlin devam edeceğine delil olamaz. Hâl-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzât zât-ı fâzılaneleri cevab vereceksiniz.
Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz, başka hiç bir sebeb olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevabsız bırakmayacaksınız.
Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail kat’iyyetle gösteriyorlar ki; ihtiyaç da, hizmet de bitmemiştir.
Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasîb olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.
Evvelâ: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.
Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hilesinden ve cinn ü ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faidesi olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allah-u Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faideli görüyordum. Bundaki hikmet nedir?
Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı, yoksa başka sebeb ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.
Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünki mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ü hayrette bırakan Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemaan eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamürrâhimîn aziz üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmîn bihürmeti Seyyid-il Mürselîn.
Hulusi
Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.
Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.
Hulusi