Mâdem birşeyde mertebelerin bulunması, onun zıddı içine girmesi iledir. Meselâ; hararetin derece ve mertebeleri, soğuğun girmesi ve güzelliğin ise, çirkinliğin müdahalesi ile olması ve bu zâtî kudrete zıd olan acz, ona yanaşması hiçbir cihetle imkânı yok. Elbette, o kudret-i mutlakada mertebeler bulunmaz. Mâdem mertebeler onda bulunmaz; elbette o kudrete nisbeten yıldızlar, zerreler müsavi ve cüz’ ve küll ve bir ferd ve bütün nevi o kudrete karşı farkları yoktur. Ve bir çekirdek ve koca ağacı ve kâinat ve insan ve bir nefsi diriltmesi ve haşirde bütün zîruhların ihyâsı, o kudrete nisbeten müsavidirler ve kolaydır. Büyük-küçük, az-çok; farkı yoktur. Bu hakîkata kat’i şahid, hilkat-ı eşyada gördüğümüz kemâl-i san’at, nizam, mîzan, temyiz, kesret, sür’at-i mutlakada suhûlet-i mutlaka ve tam kolaylıktır.
Birinci Basamak olan:
meâli, bu mezkûr hakîkattır.
İkinci Basamak:
’dir.
Bunun îzah ve tafsilâtını, “Onuncu Söz”ün âhirine ve “Yirmi Dokuzuncu Söz”e ve “Yirminci Mektub”a havale edip kısaca bir işâret ederiz. Evet, nasıl ki; nurânîyet cihetiyle Güneşin ziyası ve aksi, kudret-i Rabbânîye ile deniz yüzüne ve bütün kabarcıklarına girmesi, bir tek cam parçasına girmesi gibi kolaydır, ikisi müsavidir, öyle de; Zât-ı Nur-ul Envâr’ın nurânî kudreti dahi gökleri, yıldızları yaratması, döndürmesi, sineklerin, zerrelerin îcadı ve döndürmesi gibi ona kolaydır, ağır gelmez.