Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Risale-i Nur’dan fıkralar ve mektublar | 11
(1-21)
Aziz kardeşlerim!
Sizinle pek çok alâkadar ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizin ile görüşürken bir-iki nokta hâtıra geldi, beyan ediyorum.
Birincisi: Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur ki:
Herkes Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetler müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-in Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri ondan okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
İkinci Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-i Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa iyidir. Biz de nüshamıza yazdık.
Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu, Risalet-ün Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risalet-ün Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan ve bu hasiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki; dünya toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamıyan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlubiyetin sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-in Nur (Risalet-ün Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (Hâşiye) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber neferi olarak Âyet-ül Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.
Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır.
[Risalet-ün Nur’a ait dört-beş kerametten bahseder.]
Hizmet-i Kur’aniyede bize sebkat eden sadık ve hâlis, metin ve vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zâtlar, Risalet-ün Nur’un hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddid fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi, bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisatı kaydedeceğiz. Hem Nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.
Birincisi: Bu yakında Üstadımız ile beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risalet-ün Nur’un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarfolunan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin “Fesübhanallah” der; onyedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun, diye taaccüb ettik. Bu vakıa, bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki; şu sırr-ı bereket Risale-in Nur hâdimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.
İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalâde bir surette bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilafına olarak hiç vuku’ bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak.” O da döner, gider. Hem Hücumat-ı Sitte, hem Mehmed Feyzi, hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet Hücumat-ı Sitte saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız olan bu hilaf-ı âdet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması, kat’iyyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hâdise Risale-i Nur’un sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-u inayet ve himayet altında olduklarına şübhe bırakmıyor.
------------------------------------------------
(Hâsiye): Kâinatı dagıtmayan bir kuvvet o orduyu bozamaz!
Sizinle pek çok alâkadar ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizin ile görüşürken bir-iki nokta hâtıra geldi, beyan ediyorum.
Birincisi: Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan eder. Bilhâssa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur ki:
Herkes Kur’ana muhtaçtır. Fakat herkes, her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde dercedilerek; herbir sure bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için haşir ve tevhid ve kıssa-i Musa (A.S.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-i imaniye ve kuvvetli hüccetler müteaddid risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum. Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Etse de tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-in Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri ondan okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
İkinci Nokta: Âyet-ül Kübra’dan çıkan “Vird-i Ekber” namındaki arabî risaleciğin âhirinde, Risale-i Münacat’ın başındaki âyetin tefsiri diye arabî kısımları ilâve edilse, beraber okunsa iyidir. Biz de nüshamıza yazdık.
Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim! Çok defa kalbime geliyordu. Neden İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu, Risalet-ün Nur’a ve bilhâssa Âyet-ül Kübra Risalesi’ne ziyade ehemmiyet vermiş? diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra şimdilik yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risalet-ün Nur’un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en küllî istinad noktasını, kuvvetli ve kat’î beyan olduğundan ve bu hasiyet Âyet-ül Kübra Risalesi’nde fevkalâde parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek ona dayandırıyor. Meselâ: Nasılki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburuna imdad ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir. Bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeğe çalıştığı bir hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der: “Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlub olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki; dünya toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamıyan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlubiyetin sebebi, bir cemaata ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cem’iyet hükmüne geçsin.” dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusane çabalarken, Risale-in Nur (Risalet-ün Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kâinatı ihata eden son ordusunu (Hâşiye) gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, manevî imdad getirmek hizmetinde hârika bir emirber neferi olarak Âyet-ül Kübra Risalesi’ni İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.
Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, tâ o sırrın bir hülâsası görünsün.
Said Nursî
* * *
Emin ve Feyzi’nin bir fıkrasıdır.
[Risalet-ün Nur’a ait dört-beş kerametten bahseder.]
Hizmet-i Kur’aniyede bize sebkat eden sadık ve hâlis, metin ve vefakâr kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zâtlar, Risalet-ün Nur’un hâdimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan ihsan olunan bereket hakkında müteaddid fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi, bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hâdisatı kaydedeceğiz. Hem Nümune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.
Birincisi: Bu yakında Üstadımız ile beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz, üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risalet-ün Nur’un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarfolunan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin “Fesübhanallah” der; onyedi şeker yerine kutu sekiz şekerle dolsun, diye taaccüb ettik. Bu vakıa, bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki; şu sırr-ı bereket Risale-in Nur hâdimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.
İkincisi: Yine aynı günde ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalâde bir surette bulunmaz. Birden o anda, âdetlerinin hilafına olarak hiç vuku’ bulmamış bir tarzda, bir hâdise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur’un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru, zahiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hâdise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: “Görüyorsun ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak.” O da döner, gider. Hem Hücumat-ı Sitte, hem Mehmed Feyzi, hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet Hücumat-ı Sitte saklandığı muayyen yerinde fevkalâde bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hâdisenin önünü aldı. Üstada ârız olan bu hilaf-ı âdet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması, kat’iyyen tesadüfe hamledilmez. Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı me’mul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık. Demek bu iki mühim sırra binaen risale kendini göstermedi. Bu hâdise Risale-i Nur’un sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-u inayet ve himayet altında olduklarına şübhe bırakmıyor.
------------------------------------------------
(Hâsiye): Kâinatı dagıtmayan bir kuvvet o orduyu bozamaz!
Dinle
-