Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 30
(1-68)
        Hem مَغْرِبًا kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin ikiyüz doksaniki (1292) eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber, كَانَ مَغْرِبًا bin üçyüz ondört (1314) eder. Bin üçyüz ondört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (R.A.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki; bin üçyüz ondört, bin üçyüz onbeş-onaltı senelerinde, Van kal’ası ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz… Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlahî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.
        İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.
        Elhasıl: Hazret-i Gavs’ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları manasıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işaratın kuvveti, kat’iyyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi, bir keramettir; keramet ise mu’cize gibi Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.      
Said Nursî

        Latif bir tefe’ül
        Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:
نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت ❊ بَرُو هِيچْ بُلْبُلْ چُنِينْ خُوشْ نَگُفْت
عَجَبْ گَرْ بِمِيرَدْ چُنِينْ بُلْبُلِى ❊ كِه اَزْ اُسْتُخَوانَشْ نَرُويَدْ گُلِى
        Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiç bir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
        Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.
Mehmed Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (R.A.)
* * *
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
        Gavs, meşhur kasidesinde -sarahat derecesinde- bizlerden, yani hizb-ül Kur’an’dan haber verdiği gibi, daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuat-ül Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:
فَمُرِيدِى اِذَا دَعَانِى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فِى بَحْرِ طَامِى اَغِثْهُ
        “Garbda beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üçyüz otuzdokuzda (1339) müdhiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, Fütuh-ul Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, bîçare Said-ül Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat’î gösterdiği gibi, bu kasidede de فَمُرِيدِى den murad odur. Çünki دَعَانِى بِغَرْبٍ ebced hesabıyla bin üçyüz otuzdokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul’da idim. دَعَانِى بِغَرْبٍ makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesabda اِذَا lafzı dâhil olmaz. Çünki اِذَا zamanı gösteriyor, دَعَانِى بِغَرْبٍ cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.
        Hem ezcümle, “Mecmuat-ül Ahzab”ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Vird-ül İşâ” namındaki münacatında şu fıkra var:
(Haşiye)
فَالْوَاصِلُ اِلَى سَاحِلِ السَّلاَمَةِ هُوَ السَّعِيدُ الْمُقَرَّبُ وَ
ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ
(Haşiye-1)
        İşte Gavs’ın şu fıkrası, فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعِيدٌ âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve ondördüncü asırda âyetin külliyetinde dâhil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde (Haşiye) tevafuk sırrıyla فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ kelimesinde bu zamanın en büyük şakîlerinden üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir, belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde kerametkârane bahsettiği fitne-i âhirzaman içindeki şakirdlerini görüp, o zamanın şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münacatında dahi o kasidenin mealine bakıyor.
----------------------------------------------
(Haşiye): فَالْوَاصِلُ kelimesi müteaddî olmak cihetiyle, Sözleriyle selâmete îsal edici demektir.
(Haşiye-1): اَلْمُقَرَّبُ müşedded râ bir sayılsa, Üstadımızın lakabı olan “En-Nursî” kelimesinin aynıdır. Yalnız atf için “vav” var. Tam tevafukla, mukarrebden murad Nurslu olduğunu gösteriyor. اَلْمُقَرَّبُ de şeddeli râ iki sayılsa “Bediüzzaman Nursî” ya-i muhaffefle aynıdır. Yalnız iki fark var. İki hemze-i vasl sayılsa, tam tamına tevafukla اَلْمُقَرَّبُ doğrudan doğruya ona işaret ediyor. Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali
(Haşiye): Âyetin külliyetinde saadet noktasında mazhariyetine mâsadak olmak için milyarlar dereceden yalnız bir derece murad olduğumuzu anlasak, ebede kadar şükretsek o nimetlerin hakkını eda edemeyiz. Hazret-i Gavs’ın işaretinden anlaşılıyor ki, o muhit âyetin denizinden bir katre kadar hissemiz var.
اَلْحَمْدُ لِلّهِ  هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى    
Dinle
-