Sikke-i Tasdik-i Gaybi | Birinci Şua,Sekizinci Şua,Sekizinci Lema | 41
(1-68)
Hem Risalet-ün Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermiyor ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki aklın ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişemediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.
BİRİNCİSİ:
Geçen sene Ramazan-ı Şerif’te, Ehl-i Sünnet’in selâmeti ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebeb ihtar edildi:
Birinci sebep: Bu asrın acib hâssasındandır ki: Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder. Bu asırdaki ehl-i îmanın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahîye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi ona tercih etmeğe ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya tama’ veya hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayeti afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zalemeye şerik olur.
İkinci Sebeb: İzin olmadığından yazılmadı.
İKİNCİ MES’ELE:
Kardeşlerim! Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.
Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir mes’eleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:
Hürriyetin bidayetinde, Risalet-ün Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdiselere karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ediyordum. Halbuki hâdisat-ı âlem iki harb-i umumî ile beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırdı.
Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki: “Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “ışık var, bir nur göreceğiz” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli, Risalet-ün Nur’dur. Bu bir ışıktır ki, seni şiddetli alâkadar etmiş idi. Ve bu bir nurdur ki, eskide tahayyül ve tahmininle geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.
Evet otuz kırk sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”
Sual: Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddî alâkadar olan bu cihan harbinin dehşetli zamanlarında elli gün kadar, (Şimdi yedi seneden geçti, aynı hal devam ediyor. Hiç ne soruyor ve ne de merak eder.) her gün hizmetinizde bulunan bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat ediyor; yahut onunla meşgul olmanın bir zararı mı var?. diye Üstadımızdan sorduk.
O da elcevab diyor ki: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hakikat ve daha a’zam bir hâdise hükmettiği için, şu cihan harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünki bu cihan harbinde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak davası açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda, nev’-i beşerin sosyalist tabakasıyla burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan davalarından çok mühim öyle bir dava açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki, o davanın tek bir adama isabet eden mikdarı bu cihan harbinden daha büyüktür. İşte o dava da budur ki:
Şu zamanda herbir mü’min için, belki herkes için küre-i arz kadar bir bâki tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak veya o mülkü kaybetmek davası açılmış. Demek herbir tek adamın başına öyle bir dava açılmış ki; eğer İngiliz Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o davayı kazanmak için bütününü sarfedecek. Elbette bu davayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dava o derece tehlikeye düşmüş ki, bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresini alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuzdokuzu kaybetmiş.
İşte bu ehemmiyetli, azîm davayı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler ile ondan sekizine o davayı kazandıran bir dava vekili bulunsa; elbette aklı başında her adam, o davayı kazandıran öyle bir dava vekilini vazifeye sevkedecek olan bir hizmete her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeğe mükelleftir. İşte o dava vekilinin bu asırda birisi belki birincisi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduğunu binler onun ile o davayı kazananlar şahiddir.
Said Nursî
* * *
Manevî bir ihtar ile, bir-iki ince mes’eleyi yazıyorum:BİRİNCİSİ:
Geçen sene Ramazan-ı Şerif’te, Ehl-i Sünnet’in selâmeti ve necatı için edilen pek çok duaların şimdilik aşikâre kabulleri görünmemesine hususî iki sebeb ihtar edildi:
Birinci sebep: Bu asrın acib hâssasındandır ki: Elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder. Bu asırdaki ehl-i îmanın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahîye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi ona tercih etmeğe ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya tama’ veya hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabane afvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayeti afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zalemeye şerik olur.
İkinci Sebeb: İzin olmadığından yazılmadı.
İKİNCİ MES’ELE:
Kardeşlerim! Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.
Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir mes’eleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:
Hürriyetin bidayetinde, Risalet-ün Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdiselere karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ediyordum. Halbuki hâdisat-ı âlem iki harb-i umumî ile beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırdı.
Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi ki: “Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin “ışık var, bir nur göreceğiz” diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi ehemmiyetli, Risalet-ün Nur’dur. Bu bir ışıktır ki, seni şiddetli alâkadar etmiş idi. Ve bu bir nurdur ki, eskide tahayyül ve tahmininle geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.
Evet otuz kırk sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.”
* * *
Emin ile Feyzi’nin Üstadlarının garib vaziyetine ve Risale-i Nur’un acib ehemmiyetine delalet eden bir sualleri ve Üstadlarının onlara ve emsallerine verdiği bir cevabdır:Sual: Âlem-i İslâmın mukadderatıyla ciddî alâkadar olan bu cihan harbinin dehşetli zamanlarında elli gün kadar, (Şimdi yedi seneden geçti, aynı hal devam ediyor. Hiç ne soruyor ve ne de merak eder.) her gün hizmetinizde bulunan bizlerden bir defacık sormadınız. Acaba bu büyük hâdiseden daha büyük diğer bir hakikat mı hükmediyor ki, bunu ehemmiyetten iskat ediyor; yahut onunla meşgul olmanın bir zararı mı var?. diye Üstadımızdan sorduk.
O da elcevab diyor ki: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hakikat ve daha a’zam bir hâdise hükmettiği için, şu cihan harbi ona nisbeten çok ehemmiyetsiz düşüyor. Çünki bu cihan harbinde iki hükûmet küre-i arzın hâkimiyeti için mürafaa ve muhakeme davasında bulunmaları içinde iki muazzam dinin musalaha ve sulh mahkemesine barışmak davası açılarak ve dinsizliğin dehşetli cereyanı da semavî dinlerle mücahede-i azîmesi başladığı hengâmda, nev’-i beşerin sosyalist tabakasıyla burjuvalar taifesinin mahkeme-i kübralarında açılan davalarından çok mühim öyle bir dava açılmış ve öyle muazzam bir hakikat meydana çıkmış ki, o davanın tek bir adama isabet eden mikdarı bu cihan harbinden daha büyüktür. İşte o dava da budur ki:
Şu zamanda herbir mü’min için, belki herkes için küre-i arz kadar bir bâki tarla ve o tarla baştan başa bahçeler ve kasırlarla müzeyyen ebedî bir mülk almak veya o mülkü kaybetmek davası açılmış. Demek herbir tek adamın başına öyle bir dava açılmış ki; eğer İngiliz Alman kadar serveti ve kuvveti olsa ve aklı da varsa, yalnız o davayı kazanmak için bütününü sarfedecek. Elbette bu davayı kazanmadan evvel başka şeylere ehemmiyet veren, divanedir. Hattâ o dava o derece tehlikeye düşmüş ki, bir ehl-i keşfin müşahedesiyle, bir yerde ecel elinden terhis tezkeresini alan kırk adamdan bir adam kazanabilmiş, otuzdokuzu kaybetmiş.
İşte bu ehemmiyetli, azîm davayı kazandıracak ve yirmi seneden beri tecrübeler ile ondan sekizine o davayı kazandıran bir dava vekili bulunsa; elbette aklı başında her adam, o davayı kazandıran öyle bir dava vekilini vazifeye sevkedecek olan bir hizmete her hâdisenin fevkinde ehemmiyet vermeğe mükelleftir. İşte o dava vekilinin bu asırda birisi belki birincisi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur olduğunu binler onun ile o davayı kazananlar şahiddir.
Dinle
-