Demek, iki vecihle kendi cemâline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzât müşâhede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşâhedesi ile müşahede etmek ister. Demek, hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücûdunu ister. Hüsün ve cemâl, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücûdlarını ister. Çünki, daimî bir cemâl ise; zâil bir müştâka râzı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki, hodgâm insân, bilmediği şey’e düşman olduğu gibi, yetişmediği şey’e de zıddır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adâvet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.
Mâdem, o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemâl-i hüsün, o kusursuz kemâlât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki, şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır. Fakat yemez gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcûdâtıyla Sâni’-i Zülcelâl’ine kat’î delâlet eder; Sâni’-i Zülcelâl’in de sıfât ve Esmâ-i Kudsiyyesi, dâr-ı âhirete delâlet eder ve gösterir ve ister.
BEŞİNCİ HAKÎKAT: Bâb-ı şefkat ve Ubûdiyyet-i Muhammediyyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki; en edna bir hâceti, en edna bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle ummadığı yerden is’âf eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl ve kal ile istenilen herşey’e icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden (Hâşiye) , en sevgili bir mahlûkundan en büyük hâcetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin! En yüksek duayı işitip kabûl etmesin!..
Hâşiye: Evet, bin üç yüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan ziyâde raiyyeti bulunan ve her gün bütün raiyyeti O’nunla tecdid-i biat eden ve O’nun kemâlâtına şehâdet eden ve kemâl-i itâatle evâmirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu O Zâtın sıbğı ile sıbğalansa, yâni ma’nevî rengiyle renklense ve O Zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette O Zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Hem, ekser enva’-ı kâinat O Zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak sûretiyle Onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette O Zât; şu Kâinat Hâlıkının en sevgili mahlûkudur. Hem bütün insânîyyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki: O hâcet ise, insânı esfel-i sâfilînden â’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hâcet, en büyük bir hâcettir ve en büyük bir abd, umumun nâmına onu Kadıyy-ül Hâcât’tan isteyecek...