Yâni, insân der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi; bir zât göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese: “Şu zât, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir.” Sen ey insân, desen “İnanmam” Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi; hiçlikten, yeniden ordu-misâl bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizâmla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letâifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda ruy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevil-hayatın envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiyye ve eczâ-i asliyyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrâfilin borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine bir divâneliktir.
Hem, Kur’an kâh oluyor ki; Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabûl ettirmek için, ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için, bir i’dâdiye sûretinde, dünyadaki acâip ef’âlini zikreder. Veyahut, istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ: