Risâlet-ün Nur’un hem iki kere ismine, hem sûret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve te’lif ve tekemmül zamanına tam tamına tevâfukuyla beraber ehl-i küfrün bin iki yüz doksan üç (1293) harbiyle âlem-i İslâm’ın nurunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umûmî’den istifade ile bin üç yüz otuz sekiz (1338) de bil’fiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler tarihine tam tamına tevâfuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücâhede-i ma’nevîyede Kur’ânın nurundan gelen bir nur, ehl-i îmana bir nokta-i istinâd olacağını ma’na-yı işârî ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbûr oldum, yazdım. Sonra baktım ki; ma’nasının münâsebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevâfuk emâresi olmasa da yine bu âyetler her asra baktığı gibi ma’na-yı işârî ile bizimle de konuşuyor kanaatım geldi. Evet,
Evvelâ: Başta
cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve ma’na-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstûr-u siyasî oluyor ve hükümet “Lâik Cumhuriyet”e döner. Fakat ona mukabil ma’nevî bir cihad-ı dinî, îman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakîkatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip, bir lem’a-i i’caz gösterir.
Hem tâ kelimesine kadar Risâle-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve îman ve karanlıkları karşılaştırmasiyle gizli bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı ma’nevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur nâmında Risâle-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun ma’nevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.