ABDULLAH ÇAVUŞ
(KULA)
Nur Postacısı
l901 yılında Isparta'nın İslâmköyü'nde dünyaya geldi.
İslâmköyü
Bir Miraç sabahının aydınlığında girdik, İslâmköye, Uzun zamanlardır, hep arzu ederdim. Fakat bir türlü gidememiştim İslâmköyüne.
Isparta'nın bir çok köylerini adım adım gezmiştik. Bedre, İlamâ, Kuleönü, Sav, Çobanİsa, Akkeçeli, Garip, Bozaönü, Yenice ve diğer köylerde çalışmalarımızı sürdürmüştük.
İslâmköy denince, Üstad Bediüzzaman'ın bu köye iltifatı, bu köye karşı alâkası ve nihayet Nur davasının ilk şehidi, Hafız Ali gelir benim aklıma.
Baharın tatlı havasını ciğerlerimize çekerek, Barla bahçelerinden geçerek, sabahın erken saatlerinde girdik İslâmköye...
Bediüzzaman bu köyü 'Nur Fabrikası'nın merkezi olarak isimlendiriyordu. Nur fabrikasının sahibi olarak da, Hafız Ali'yi gösteriyordu. Nur fabrikası sahibi, İslâmköyü'nün yetiştirdiği mübarek bir insandı.
"İslâmköyü Risale-i Nur'a pek ziyade alâkadarlıkla, imtiyaz ve sebkat kazanmış...
"Ben İslâmköyünü, Nurs köyü olarak biliyorum...
"Nur Fabrikası o köyde dağadağsız teessüs etti, tahmin ediyorum."
Bunları düşünerek geziyorduk, İslâmköyünün sokaklarında.
İslâmköy de Nur postacısı Abdullah Çavuş'u (Kula) aramaya başlamıştık.
Abdullah Çavuş'un evinde
Az sonra ihtiyar bir zatla karşılaştık. Tebessüm içinde, yıllar önceki Nur postacılığının ulvî heyecanını taşıyordu yüzünde..
Evinde kurduğu sofrada kahvaltı yapıyorduk. Ama zihnimiz, gönlümüz, bütün duygularımız onun bize anlatacaklarında, getireceği kâğıt parçalarındaydı. O ise, bizi ağırlamak için sofraya çeşit taşımakla meşguldü.
Nihayet dayanamayarak :
"Yahu Abdullah amca bırak sen şu sofra ile uğraşmayı da, bize Üstad Bediüzzaman'dan anlat, Nur postacılığından bahset. İçerde tavan aralarında, bodrum katlarında, gizli bölmelerdeki kitaplardan risalelerden getir' dedim.
Yine güldü derin derin, "Kırk yıl geçti sorduğunuz hikâyenin üstünden. O zamanlardan bu zamana bir şey kalmadı ki,"
"Biliyorum birşey kalmamıştır. Ama atalarımız, cami yıkılsa da yine mihrabı kalır' demişler. Bize kalanlar kâfidir. Biz kanaatkâr insanlarız' deyince koştu içeriye...
Abdullah Çavuş'un postacılığı
Az sonra kucağında bir tomar rutubetli sararmış, yer yer yırtılmış, farelerin insafına terkedilmiş kağıt parçaları ile döndü. Biz sofrayı unuttuk, sofradan daha lezzetli bulduğumuz, yılların vesika değerindeki kağıtların tetkikine daldık. Abdullah Kula bir yandan da anlatıyordu:
"İslâmköyden akşamleyin çıkardım, mektub torbasını sırtıma atar, köylere uğrayarak, şafakla birlikte Barla'ya Hucfendiye (Hoca Efendi) ulaştırırdım.
"Sevinçle beni karşılardı. Sabah namazını birlikte eda eder ondan sonra yatardım.
"Yine böyle bir gece seferinden sonra vardığımda Hafız Ali Efendi de oradaydı. Kur'ân'ı çeşitli talebelerine taksim etmiş, herkes bir parçasını kendisinin tarifi üzerine yazıyordu.
"Çayları Üstad dağıttı"
"Ben çay yaptım. Götürüp dağıtacaktım. Üstad tepsiyi elimden alarak kendisi dağıtmak istedi. Ben utanmış ve mahcup olmuştum. Israr ettim. Yine kabul etmedi. aynen bana şunları söyledi:
"Yazdığınız, hizmetine koştuğunuz Kur'ân ind-i İlâhî'de makbul oldu. Melekler sizin fotoğrafınızı alıyor. Ben de Kur'ân'ın bir hizmetkârı olarak, size hizmet etmem lâzım'
"Tepsiyi elimden alarak çayları kendisi dağıttı.
"Bir defasında jandarma evimizi aradı. Aramada 22'nci Söz'ün kapcıkını buldular. Mehmet Başçavuş vardı. Zabıt tutarken 'yırtık kapcık' diyeceğine 'yırttım kapcık' diye yazmış.
"Bu sebepten dolayı hakim onu Isparta'ya celbetti, çok sıkıştırdı. Sonra beni bıraktılar."
Kur'ân Kerim'in yazılışından bahsedilince, yazdıkları cüzlerden mevcud olup olmadığını sordum. O esnada hatırına bir şey geldi, sür'atle kalkıp dışarı çıktı. Bu defa da elinde renkli bir Kur'ân formasıyla içeri girdi. Getirdiği, Hafız Ali'nin el yazısıydı. Hem de Kur'ân'ın İsrâ Sûresini içine alan bir formaydı.
Nur fabrikası İslâmköy'ünde, fabrika sahibinin el yazması Kur'ân forması bulmuştuk. Sevincimize payan yoktu.
Aydınlık bir Miraç sabahında, Miraçdan bahseden sûreyi, Hafız Ali'nin el yazısıyla bulmuştuk.
Hafız Ali'nin evine gidiyoruz.
Bu sevinçle Abdullah Çavuş'dan Hafız Ali'nin evini sorduk. Yine umursamaz cevaplar verdi. "Bir kısmı yıkıldı, yerine Kur'ânkursu yapıldı" dedi.
"Hiç olmazsa yerini görelim" dedim. Kırmadı bizi, hep birlikte kalktık.
Az sonra yeni bir yapının önünde durdu. Yanında da eski birköy evi, bir kaç merdivenle çıkılan, tahta, çamur karışımı bir ev...
"Buraya girebilir miyiz?" dedim. Abdullah Çavuş'un girdiğimiz evin ve odanın Hafız Ali'nin yattığı yer olduğunu söyledi.
İçerde, yerde basit bir hasır üzerine serilmiş yatakta inşaatın bekçisi yatıyordu. Köşede bir gaz tüpü, bulaşık bardaklar, tozlanmış şekerler, bir de küçük tepsi duruyordu.
Merakla odanın duvarlarını, pencerelerini, tıkırtılarla vurmaya başladık. Boşluklar olduğu anlaşılıyordu. Hem inşaatın bekçisi, hem de Abdullah Çavuş hayretle bakıyorlardı.
Yine Abdullah Kula'nın zihninde parıltılar ve şimşekler çakmaya başladı. "Durun, durun" diyerek, duvardaki tahta kaplamaları ileri geri itmeye uğraştı. İtelediği tahtalardan, bir bölüm açıldı. Gizli bir bölüm, hazine veya para bölümü değil, Halk Partisi zulmünden saklanan Kur'ân tefsirleri. Karanlıklara bırakılan elmas parçaları.
Çoşkun bir sevinçle, kağıt parçalarını topluyorduk. Elimizde sert cisimlerle, duvarları, pencereleri döğüyorduk. Pencerenin altından, hususî bölmeler çıktı. Yarım asır el sürülmemiş yerler.
Yine bir bölüm daha açıldı. Duvarın enine ve derinliğine doğru yayılıyordu. Az sonra yeni bir hazine daha bulmuştuk. Kağıt ve kitap hazinesi... Bekçi ağzı açık vaziyette seyrediyordu manzarayı, Önceleri bizi para veya daha başka bir şey arıyor zannetmişti. Biz ise Bediüzzaman'ın hayatını arıyorduk. Bu sevda ile yollara düşmüştük. İslâmköy'ün duvarlarında islâmın bahtını açan Bediüzzaman'ın eserlerini arıyorduk.
Denizli hapsinden ebediyete giden Hafız Ali'nin evi, yıllar sonra Kur'ân kursu oluyordu. Bir Kur'ân talebesinin evi, Kur'ân dershanesi oluyordu. Son kalan bakiye binanın, yıkılmaya yüz tutan cidarından, ebede bakan pencereler açmasının sevdalısı olmuştuk.
İslâmköy'lü büyük şehidin evini didik didik arama yapıyorduk. Duvarları deliyorduk, pencereleri yıkıyorduk. Halk Partisi'nin şerrinden saklanılan Nurları, yarım yüzyıl sonra, tozların toprakların arasından çıkarıyorduk.
Hafız Ali'ye verilen sıkıntı
l943 yılında Denizli hapsine götürülen Hafız Ali'nin yolda uğradığı hakareti merhum Refet Bey (Barutçu) şöyle anlatmıştı:
"Bizi karanlık bir hayvan vagonuna doldurdular. Kalabalıktan oturacak yer yoktu. Başımızda iri yarı insafsız bir başçavuş bulunuyordu. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız Ali'nin üzerine fırlattı. Hafız Ali az kalsın eziliyordu.
"İşte Denizli hapsine Hafız Ali böyle gitmişti. Ve oradan şehid olarak çıktı."