Son Şahitler | İstanbul Şâhitleri(II) | 1
(1-30)

İSMAİL DİKEN

 

"1926 senesinde, İdris Köşkü Caddesindeki, yine İdris-i Bitlisi Çeşmesi'nin karşısındaki evde dünyaya gelmişim. Babam merhum Vanlı Fakih İsa Cafer (1876-1963) Efendiydi. Pederim de Hizan'da dünyaya gelmişti. Daha çok gençken, Sultan Abdülhamid zamanında on beş-yirmi yaşlarında buraya, İstanbul'a tahsile gelmişti. Üstad Bediüzzaman'ı tâ Hizan ve Van'dan tanıyordu. Üstad Bediüzzaman'ın gıyabında evimizde bizlere, onun ilminden ve kahramanlığından sitayişle bahisler açardı. Üstad için 'Molla Said' ifadesini kullanırdı.

"Üstad Bediüzzaman Rus esaretinden geldiği zamanlarda Eyüp'te bir müddet kalmıştı. Hatta İdris-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiinde bir Ramazan'da itikafta kalmıştı.

"Birgün, zannediyorum 1952 veya 53 senelerindeydi. Ben yalnız başıma evimizden çıkıp İdirs-i Bitlisi'nin hanımının adıyla anılan Zeyneb Hatun Camiine doğru gidiyordum. Sokağın başında karşıma üç kişi çıktı. Bunların ikisi genç ve kıravatlıydı. Talebe oldukları belliydi. Üçüncü zat, cübbeli ve dar şalvarlı birisiydi. Ben bu zatlara selam verdim. Bu zat heybetli bir şekildeydi. Selam verince de zaten bakışlarıyla heybetini göstermişti. Gençler yirmi-yirmi sekiz yaşlarını gösteriyorlardı. Temiz kıyafetliydi ve üniversiteli oldukları anlaşılıyordu. Bu heybetli zat bana selam verdi ve 'Sen kimin oğlusun?' diye sordu. Ben hiç cevap vermeyerek, hemen eve koştum. Babamı çağırdım, 'Baba, baba, bir muhterem zat seni soruyor' dedim. Babam, 'Bu zat bizim Molla Said Efendi olmasın?' dedi. 'Bilmiyorum' dedim. Babam ise kapıdan çıkarak, bu zatları karşılamak için koştu. Bize doğru on beş-yirmi adım kadar gelmişlerdi. Babam tanıdı ve hemen Üstadın ellerine kapandı, ellerini öpmek istedi, Üstad elini çekti ve öptürmedi. Yürüyerek mezarlığın başına kadar gittiler. Üstad Bediüzzaman, uzun bir ağacın yanındaki yuvarlak bir taşın üzerine varıp oturdu.

"Merhum babam da Üstadın yanına oturdu, diğer genç üniversiteliler de oraya oturdular. Ben ise arkada ve ayakta durarak konuşmalarını dinlemeye çalışıyordum. Bazen Kürtçe konuşuyorlardı. Ben o zaman konuşmalarını anlayamıyordum. Türkçe konuştukları zaman ben de anlıyordum. Galiba babam Üstada bir şey söyledi. Üstad ona cevaben: 'Hiç üzülmeye değmez. Ben şimdiki bu halleri, bugünün böyle olacağını, seneler evvel görmüştüm. Hani şimdi sinema diyorlar ya, bunun ben böyle olacağını, aynen bu taşın üzerine oturmuştum ve aşağıdaki denizi seyrediyordum, sinema perdeleri gibi bugünler gözlerimin önünden gelip geçmişti.'

"Bu bahisten sonra Üstadla babam yine Kürtçe konuşmaya başladılar. Bu yuvarlak taşın üzerinde on beş dakika kadar oturdular. Oradan kalkarak babamla vedalaştılar ve ayrıldılar. Üstad Bediüzzaman Eyüb'e doğru yürüyüp gitti. Biz babamla eve dönerken, ben babama sormaya başlamıştım. Babam bana 'Bu zat benim sana daima bahsini ettiğim Molla Said dediğim zattır, Bediüzzaman'dır.'

"Üstad Bediüzzaman Zeyneb Hatun Camiinde itikafta kalırken, ablam Emine akşamları iftarlık yemek götürürdü. Üstad ise sadece bir çorbayı alırdı.

"1952 senelerinde 'Üstad Bediüzzaman'ın Sirkeci'deki ağır ceza mahkemesinde mahkemesi var' demişlerdi ve ben de bu mahkemeyi takip etmek için gitmiştim. Ama o zaman mahkeme günü Sirkeci'deki şimdiki postahane olan yerde mahşerî bir kalabalık vardı. Bu kalabalık ve izdiham yüzünden mahkemeye girememiş, sadece seyirci olarak dışarıda kalmıştım."

Ses Yok