NADİR BAYSAL
l926' da Bitlis'in Mutki kazasında doğdu. Buban aşiretine mensuptu. Eskiden Medrese usûlü yapılan Arapça tahsil gördü. Cumhuriyetin ilk senelerinde şapkaya muhalefet gerekçesiyle, aşiretçe, Bediüzzaman'ın da gözaltında bulunduğu Kastamonu'ya sürgün edildi. Bediüzzaman'ın eskiden oturduğu eve ailece yerleştirildi. O zaman on iki-on üç yaşlarında bir çocuk olduğundan, şüphelenilmediği için Bediüzzaman'a sık sık uğruyordu. Günlük ihtiyaçlarına yardım ediyordu.
Nadir Baysal hatıralarını şöyle anlatıyor:
"Üstadın hizmetine çocuk olarak başladım"
"Kastamonu'ya l939 senesinde nefyedildik. Gittiğimizde Üstad Kastamonu'da idi. Mayıs ve Haziran ayı sonları idi. Ben o zaman l2 yaşlarında idim. Oraya ilk vardığımızda Çaycı Emin ile tanıştık. Kastamonu'ya muhacir olarak gittiğimiz için, başta Üstad olmak üzere, Çaycı Emin ve diğer Ağabeyler bize sahip çıktılar ve hâmimiz oldular. Bir-iki ay çarşı içinde kirada kaldık. Üstad Kastamonu'ya geldiğinde ilk ikamet ettiği ev münhal idi. Çaycı Emin, evin boş olduğunu hatırlatmasıyla ve Üstadın tavsiyesi üzerine bu eve yerleştik.Dokuz sene kirasız olarak Üstadın bu ilk evinde mukim olma şerefine nail olduk. Bu ev mahalle kenarında sakin bir yerde kaldığı için uygun görülmeyerek, Üstadı karakolun karşısında kolayca gözlenebilmesi için başka bir yere ikamet mecbur etmişlerdi.
"Babam Üstadın yanına sık sık giderdi. Babam ona 'şeyh' diye hitap ederdi. Fakat Üstad 'Ben şeyh değilim, hocayım' diyerek hitabı tashih ederdi. Babam bize 'Bu Molla-i Meşhurdur. Çok değerli bir zattır' diyordu. Babam bunu daha evvelden mi, Kastamonu'ya geldikten sonra mı öğrendi bilemiyorum.
"Çaycı Emin'in yanında çırak olarak çalışıyordum. Çocuk olduğum için şüphe çekmediğimden, Üstadın yanına sık sık gider, mektup atma, çamaşır yıkama, ekmek götürme gibi hizmetleri görürdüm, mektupları gayet rahatlıkla postalardım. Dışardan gelen Üstadın bazı ziyaretçilerini, dikkati çekmeyecek şekilde mahalle arasından, Topçu Camiinin yolundan dolaştırarak, Üstadla görüşmelerine zemin hazırlardık. Mezkûr yoldan gittiğimizde karakola görünmek mevzubahis olmazdı. Çaycı Emin ile Mehmet Feyzi Ağabeyler devamlı Üstadla görüştükleri için ünsiyet peyda ettiklerinden, pek müdahale edilmiyordu. Fakat bunların ve benim gibi çocukların haricinde Üstadın yanına gitmek kat'iyyen mümkün değildi.
"Bir defasında Üstadın yanına uğradığımda ikindi namazını bitirip duada bulunurken ben de iştirak ettim ve birlikte dua ettik. Kapıyı açma usûlünü bildiğim için Üstadın içeri girdiğimden haberi yoktu.
"Yine o tarihlerde Fahri Enis adında bir muhacir Kastamonu'ya nefyedilmişti. Bu muhacire ücret karşılığında su taşırdım. Suyu getirdiğim çeşme, Üstadın evinden l00-l50 metre, Fahri Beyin evinden de 2-3 km'lik uzaklıkta idi. Bir ağacın iki ucuna takılmış iki tenekeyi su ile doldurup omuzumda götürürken, Üstadın evinin önünden geçiyordum. Ben Belediyenin önüne çıktığımda Üstadın evi görünürdü. Gözüm daima pencerede kalırdı. Tam pencerenin önünden geçerken Üstad başını çıkarır, hal-hatır sorardı. Üstad bu halime çok acırdı. Ben de Üstadı görme hevesiyle yorgunluğumu kaybolmuş hissediyordum. Bir-iki defa da çeşme başında bizzat kendisini ibrikle su doldururken gördüm.
"Ağabeyim Bişar da daima Üstadın yanına gider, gelirdi. Tabii ki o benden büyük olduğu için idrak seviyesi daha yüksek idi. Ağabeyim askere giderken tekrar yanına uğradı. Üstad kendisine 'Namazını devamlı kıl. Ben sana dua ederim. İnşaallah sıkıntı çekmezsin' diye teminatta bulundu. l94l senesine isabet ediyordu. O sıralarda kıtlığı andıracak bir vaziyet vardı. Ağabeyim Zonguldak'ta askerlik yaptı. Bu kıtlığa rağmen, ağabeyim hiç sıkıntı çekmemiş ve alayda nişancı olarak sevilmişti.
"Ağabeyim terhis olup geldiğinde Üstadın ziyaretine gitti. Üstad kendisini salonda karşıladı ve kucakladı. O an için üç tane misafiri vardı Üstadın. Misafirlere 'Bu benim hemşehrimdir, askerden geliyor' dedi. Üstad misafirlerle sohbet ediyordu. Mevzuun ne üzere olduğunu bilmiyorum. Üstad birden bire karşısındaki rafta Kur'ân'ı göstererek 'Benim yanıma bunun için gelen baş ve göz üzerine; başka maksatlarla kimse gelmesin. Ben muskacı ve şu-bu değilim' dedi. Adamlar da kalkıp gitti.
"Boynu büküklerin hâmisi idi"
"Ağabeyimin ifadesine göre, bir gün komşumuz komiser emeklisi Süleyman 'Evimize su sızıyor' diye resmî şikâyette bulunmuş, Güya sızma bizim oturduğumuz evden oluyormuş. Ben bunun üzerine meseleyi Üstada anlatmak için gittim. Gittiğimde Üstad beni kapı önünde karşıladı. Ben meseleyi kendisine anlatınca 'Zaten senin telâşlı olarak geldiğini anladım. Sen git, mahalle muhtarı Çarıkçı İhsan Efendiye[1]
söyle, yanıma gelsin' dedi. Ben de İhsan Efendiye söyledim. 'Başüstüne' diyerek Üstadın yanına gitti. üstad kendisine tenbihde bulundu. 'Söyle Süleyman'a, bunlara karışmasın.' İhsan Efendi de Süleyman'ın yanına giderek, 'Sen bu ladamlara karışma' diyerek tenbihte bulundu. Oradan bize gelerek 'Siz rahatınıza bakın. Kimse size dokunamaz. Ne müşkilâtınız olursa ben buradayım' deyip bize tesellî verdi. Neticede keşif de geldi. Haksız da Süleyman oldu. Bunu şimdi anlıyorum ki, Üstadın duasına mazhar olduk. Ve anladım ki, Üstadın şefkati muazzam bir derecede idi. Daima düşkün ve boynu büküklerin hâmisi idi.
Üstadın sîret ve sureti
"Üstad Kastamonu'da olduğu müddetçe daima evde kalırdı. Yalnız Cuma veya Pazar günleri Kastamonu'nun kuzeybatısına düşen Karaçamlığa doğru gezmeye giderdi. Bu âdetini hemen hemen her hafta tekrar ederdi. Giyinişi pek sade idi. Bezden bir gömlek, şaldan bir pantolon. Pantolonun yünden olma ihtimali kuvvetli idi. O zamanki tahminime göre, boyu l.70 civarında idi. Bakışı gayet mütevaziydi. Nuranî, buğday rengi bir simaya sahipti. Bakarken insanın iç âlemine huzur doldururdu. Şefkat ve merhamet menbaıydı.
"İkamet ettiği ev Araba Pazarı civarında, karakolun karşısına düşüyordu. İki katlı olan evin alt katı odunluktu. Tahta merdivenle salona çıkılırdı. Salonun merdiven tarafı açıktı. Salon kapısının arkasından mandalla ip takılıydı. Kapı açma usûlünü bilmeyenler kapıyı çaldıklarından, Üstad isterse kapıyı açardı. Ama biz açma usûlünü bildiğimiz için, çalmadan içeri girerdik. Oda tahminen 3x3 büyüklüğünde idi. Hatırladığım kadarıyla, bir kilim seriliydi. Herhalde bir de sedir vardı. Gördüğüm tarihlerde tahminimce 60-65 yaşları civarında idi. Saçları tamamen beyaz, yüzü sakalsız ve daima traşlıydı. Başında sarı renkte olduğuna kuvvetle ihtimal verdiğim bir sarığı hayal-meyal hatırlıyorum. Ekseriya haşlanmış yumurta ile geçinir, et gıdasının yumurtada mevcut olduğunu söylerdi.
"Üstada hizmetimin bereketi"
"Benim akranlarımın kötü yollarda olduğu ve bu çeşit hareketlerin meziyet sayıldığı o zamanki Kastamonu'da, benim, bu sû-i ahlâka girmediğimin tek sebebinin Üstad Hazretlerinin duası olduğunu derk ettim. Bu duanın feyziyle idi ki, askerlik döneminde oruç yasak edilmesine rağmen, bir gün dahi orucumu yemedim. Üstadın duasına mazhar olduğumdan, Cenab-ı Hhak bölük yüzbaşıma beni sevdirmişti. Bana müsamahakâr davranırdı.
"Dikkat çekmeyecek şekilde yapılması gereken bir iş bana verilirdi. Ben de seve seve yapardım. Bir gün kahvede Mehmet Feyzi, Çaycı Emin ve hatırlayamadığım bir kişi oturuyorlardı. Beni çağırdılar, 'Git, hanın yanında bir dükkân var. Eskiden kalma sarı kâğıtlar bulunur. Al, gel' dedi. Ben de ne için istediklerini bilmediğim o kağıtları alarak getirdim.
Denizli hâdisesi
"l943 senesi Ramazan ayı idi. Üstadın evine doğru gidiyordum. Kunduracılar çarşısında onu fayton içerisinde, yine başında sarık, Adliyeye doğru götürdüklerini gördüm. Çaycı Emin, Mehmet Feyzi ve toplam 22 kişi olmak üzere cezaevinde l5 gün kaldılar. Üstad içeride kalmadı. Polis nezaretinde eve döndü. On beş gün sonra hepsini Denizli Mahkemesine naklettiler. O zaman öyle bir korku havası ortalığı istilâ etmişti ki, Üstadla görüşenlere sanki bir suç işlemişler gibi bakılır olmuştu. Bazıları evinden çıkamaz hale gelmişti.
"O zaman Ramazan ayı, hatırladığım kadarıyla, Eylül ayında idi. Ertesi sene Mart veya Nisan aylarında ben Nasrullah Camii karşısındaki Çaycı Emin'in yazlık kahvesinde çalışıyordum. Hava serin olduğu için ocağı yakmıştım. Müşteri seyrekti. Baktım birisi camiin karşısındaki levhalara dikkatle bakıyor, elinde de birşeyler yazıyordu. Sonra geldi, oturdu. 'Bu Çaycı Emin'in kahvesi midir?' sorusuna 'Evet' diye cevap verdim. 'Emingili bırakacaklar. Duydunuz mu?' dedi. Ben de inanmamış gibi, 'Bunlar şimdiye kadar idamlık idiler' dedim. O da 'Ben ve üç arkadaşımla birlikte hükûmet tarafından bunların kitaplarını üç ay zarfında geceli-gündüzlü eh-i vukuf olarak tetkik ettik. Eserlerinde hiçbir suç unsuru olmadığına rapor verdik. Yakında beraat olacaklar. İnşaallah' dedi. Hatırladığım kadarıyla, adı Yusuf idi. Bir hafta sonra gelen mektupta hakikaten müzakereye kaldıklarını ve yakında beraat edeceklerini bildiriyorlardı. Aynen öyle de oldu.
"O zaman Mehmed Feyzi'den hatırımda kaldığına göre, altı çuval eser götürdüler. Yine hatırımda kaldığına göre, o zaman Denizli maznunları altmış üç kişiydi. Kastamonu ve civarından 23 kişiydi. Bunlar 63 kişiye dahil idiler. Beraatten sonra Kastamonulular Üstadın tekrar Kastamonu'ya gelmesini istediler.
"Komiser Üstadı takipten vazgeçti"
"Kastamonuda-Üstadın kaldığı zaman-iki valinin devresine rastladım. ilki Avni Doğan olacak herhalde. Üstadla aralarında bazı haller olmuşsa da, ben onları hatırlayıp ifade edemiyorum. İkincisi de, Mithat Altıok devresiydi. O zaman taharrî memuru Saffet Bey, Üstadı en çok takip edenlerdendi.
"Bir gün Valinin siyasi komiseri Avni Bey kahveye geldi, oturdu. Kahve içerken Çaycı Emin'e dönerek gülümser bir tavırla başından geçenleri anlatmaya başladı. 'Bu gece başıma bir hal geldi. Ben Hocanın kitaplarını veyahut herhangi bir halini suç üzere yakalama plânını yatağımda düşünüyordum. O anda farkına vardım ki, karnım acaip şişti, nerede ise patlayacaktım. Bunun neticesi hareketimin yanlış olduğunu anladım ve dönüş yaptım. Hemen karnımın şişliği indi. 'Bunları Valinin siyasi Komiseri Avni Bey bizzat anlatırken, ben de bizzat dinledim. Bundan sonra samimiyetini ifade etti.
"Yine iki polis Üstadı çok rahatsız ediyorlardı. Bunların ikisi de meçhul bir hastalığa yakanarak Ankara'ya tedavi için gönderildiler. Dönüşlerinde Kastamonu hudutlarında Ilgaz Dağı mıntıkasına yaklaşınca tekrar o hastalık kendilerinde belirmeye başlamış. Bu polislerin âkibetinin ne olduğunu bilemiyorum.
"Kastamonu hiddete geldi"
"Üstad Kastamonu'dan ayrılırken takvim yaprakları l943 senesini gösteriyordu. Üstadın gidişinden bir müddet sonra zelzele olayları başladı. Kaleden taş yuvarlanarak düşen bir evin içinde yedi kişi öldü. Tosya kazasında 600-700 kişi hayatını kaybetti.
Üstadın yeğeni Fuat
"Üstadın kardeşi Abdülmecid'in oğlu Fuat'ı Üstad çağırarak Kastamonu'ya getirtti. l5 gün kadar yanında alıkoydu. Bu on beş gün müddetinde ben Üstadın yeğeniyle mütemadiyen görüşür ve kendisini alarak kahveye getirirdim. Kastamonu'yu gezdirirdim. Yeğeni o zaman lisede okuyordu. Fuat, 'Amcam okumama razı değil' diyordu. Sebebini ise açıklamadı. On beş gün kaldıktan sonra Üstad izin verdi, ikamet ettiği yer olan Ürgüp'e gitti.
"Hatırladıklarım bunlardır. Mübalağa ve fazla söz söylemekten Allah'a sığınırım."
----------------------------------
[1]: Çarıkçı İhsan Efendi Üstadın sadık bir dostu idi. Kendisine devamlı uğrar, hal ve hatırını sorar, hayır duasını alırdı.