AHMET ATAKLI
"Üstad evini bize verdi"
"Şarktaki Sason isyanlarından sonra Batı Anadoluya sürgün edilenler arasında biz de vardık. Mutkili Bişar ile bizi ailece Kastamonu'ya nefyettiler.
"Köyümüz ateşe verildiği içinmaddi yönden ağır sıkıntı çekiyorduk. Kastamonu'ya geldiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu, açıkta kalmıştık. Hiç kimseyi de tanımıyoruz. Sonra işittik ki, Molla Said-i Meşhur da buradaymış. Bişar ile ikimiz perişan bir vaziyette yanına gittik. Hoca Efendi bizi o vaziyette görünce çok üzüldü. Hükümetin ona tahsis ettiği evi bize vererek kendisi karakolun karşısındakiralık bir ev tutarak oraya taşındı. Neden böyle yaptığını soranlara: 'Hemşehrilerimi böyle zillet ve eziyet içinde bırakmamak için' diyordu.
"Köyümüzün ateşe verildiğini, mallarımızın, hayvanlarımızın elimizden gittiğini, bu yüzden perişan olduğumuzu Hoca Efendiye anlatırken, o da, 'Üzülmeyin evlatlarım, bütün onlar sizin için sadaka hükmüne geçti' deyip teselli ediyordu.
Bir bayram ziyareti
"Bir Kurban Bayramı günüydü. Bayram namazını Bediüzzaman kıldıracaktı. Her nasılsa Üstad gelemedi. Biz namazı kıldıktan sonra evine giderek kapısını çaldık. Israrla çaldığımız halde kapı açılmadı. Onun evde olmadığına kanaat ettik. Fakat, neredeyse gelecek diye kapının önünde bekliyorduk.
"Çok geçmedi ki, kapıyı açtı ve 'Buyurun evladım, sizi çok mu beklettim?' deyip bizi içeri davet etti.
"Üzerinde müthiş bir yorgunluk vardı. Sanki uzun bir yolculuktan gelmiş gibi bir hali vardı. Bediüzzaman'ın üzerindeki ter ve yorgunluğu görünce kat'i kanaat ettik ki, bu zat, bayram namazını mukaddes beldede kılıp öyle gelmiştir. Evinde bayramlaştıktan sonra ayrıldık.
"Kastamonu'ya gelen sürgünler arasında Kurtalan'da zengin aileye mensup Yusuf Efendi de vardı. Onun malî durum iyiydi.
"Ben ise hamallık yapıyordum. Buna rağmen birgün gelip benden para istedi.
"Yusuf Efendinin parama ihtiyacı olmadığını biliyordum. Sebebini sorduğumda şunları söyledi.
"Ben Bediüzzaman Hazretlerine iki adet karpuz almak istiyorum. Adana karpuzları, yeni çıkmış. Bizde âdettir, büyük zatlara mevsimin ilk sebze ve meyvalarından hediye götürürüz. Fakat sen hamal olduğun için paran helâldir. Benim parama haram karışmış olabilir. Hoca Efendi muhakkak anlar ve kabul etmeyebilir.'
"Yusuf Efendiye cüzdanımı uzattım ve 'Al' dedim. Parayı alan Yusuf (Toprak) Efendi gitti, iki karpuzla çıkageldi. Doğruca Bediüzzaman'ın Polis karakolu karşısında kaldığı eve gittik. Yusuf Efendinin elindeki karpuzları gören Bediüzzaman birden hiddetlendi. Yusuf Efendiye hitaben:
"Nedir onlar?"
"Affedersiniz. Bizim tarafta âdettir. Âlimlere, şeyhlere mevsimin ilk karpuzlarından hediye götürürüz. Kabul buyurursanız bunları size getirdim' dedi.
"Bediüzzaman:
"Yusuf Efendi! Yusuf Efendi! Ben yetmiş yaşıma geldim, kimseden hediye kabul etmedim. Sen bu âdetimi nasıl bozarsın?'
"Yusuf Efendi ile ikimiz mahcup ve üzgün bir vaziyette beklerken Bediüzzaman da elini kaşlarının arasına götürerek derin bir düşünceye daldı.
"Bir müddet sonra elini çekti, başını kaldırdı ve tebessüm ederek bize döndü. Yusuf Efendiye hitaben:
"Ben sizi karpuzlarla birlikte geri gönderecektim. Fakat karpuzları kendi paranla almamışsın. Ahmet muhaciri üzmemek ve kalbini kırmamak için karpuzları geri çevirmiyorum. Çünkü bunları onun parasıyla almışsın' dedi.
"Kurduğumuz plânı hemen anlayan Üstadın huzurunda daha fazla takat getiremeyerek müsaade isteyip ayrıldık.
"Aradan zaman geçtiği halde Bediüzzaman o karpuzları yemedi. Bir ip ile tavana asmıştı. Uzun zaman orada durdu.
"Birgün Yusuf Efendi bir-iki yakınıyla birlikte Bediüzzaman'ın ziyaretine gittiler.
"Üstad da onları misafireten kabul ederek, Yusuf Efendinin daha evvel hediye olarak getirdiği karpuzları tekrar Yusuf Efendiye ve beraberindekilere yedirdi. Aradan aylar geçtiği halde karpuzlar dalından yeni koparılmış gibiydi. Böylece Bediüzzaman o hediyelerden yemeyerek âdetini muhafaza etmişti.
"Yine birgün eskimiş iki adet testiyi bana vererek, 'Bunları yüksek bir dağa götür. Orada kır, gel. Öyle bir yerde kır ki, ne insan, ne de hayvan oraya ayak basmış olmasın' dedi. Ben de götürdüm aynısını yapıp geldim.
"Kastamonu başkomiserlerinden Elyakutlu Hafız, Bediüzzaman'a muarız idi. Üstada büyük bir kin ve garazı vardı. Her fırsatta Üstadı rahatsız ediyor, ona ilişiyordu.
"Birgün Üstada hiddetle bağırarak:
"Kur'ân'ı hiç elinden düşürmüyorsun. Seni her gördüğümde böylesin. Latini de okumuyorsun. Sarığını boynuna asıp çarşıda dolaştıra, dolaştıra seni rezil edeceğim Molla Said-i Kürdî!' dedi.
"Üstad:
"Bana karışma, benden vazgeç' deyince, Komiser:
"Bize, kanuna muhalefet ediyorsun. Bütün hocalar şapka giydiler, sen hâlâ sarık bağlıyorsun. Senden vaz geçmem, gözüne bile ilişirim' diye bağırıyordu.
"Üstad ise, tarif etmekten âciz kaldığım bir tavır takındı ve o mânâlı gözlerle Komisere şöyle bir baktı, 'Münafık!' diye seslendi ve 'Sen, bana ve Kur'ân'a hiçbir şey yapamazsın' dedi.
"Etraftakileri ürperten Üstadın o halinden ve sözlerinden sonra Komiser Hafız âniden karnını tuttu ve sancısı giderek şiddetlendi. Hemen doktora götürdüler. Fakat müdahale ve tedbirlere rağmen kurtulamadı."