Son Şahitler | Kastamonu Şâhitleri | 26
(1-26)

SALİH UĞURTAN

 

l905'de İnebolu'da dünyaya gelen Salih Uğurtan l7 Kasım l989 tarihinde vefat etti.

 

"İnebolu'da estirilen tedhiş"

l930 sıralarında Salih Ağabey 25 yaşlarındaydı. Daha önce vefat eden fedakâr Nur talebelerinden Gülcü Hüseyin, Ziya Dilek 3-4 kişi bazı eski kitapları dikkatle incelemiş ve okumuşlar; o kitaplardan kıyâmet alâmetleriyle ilgili bazı manaları yakalamışlardı.

O devreler ezan okumanın, Kur'ân öğrenmenin, Allah demenin yasak olduğu devrelerdi ve Müslümanlar bu konkunç zorluklar içerisinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ayrıca Şapka inkılabının da ilk temellerinin İnebolu'da yapılan bir konuşmayla atıldığını biliyorsunuz. O zamanlar İnebolu'ya gelen mülki erkânın hizmetindeki askerlerin esef verici bir icraatlarından bahsetmişti Salih Ağabey, İnebolu'da o gün pazar kurulmuş ve köylü kadınlar sebze-meyve satmaktadırlar. Şehre giren askerler kadınların örtülerine saldırmışlar ve üzerlerinden çekip çıkarmaya çalışmışlar. Korku ve şaşkınlıkla direnen kadınlar sebze ve meyvelerini terk ederek, "Yunanlı tekrar Anadoluyu istila etti" zannıyla köylere kaçışmaya başlamışlardı. Bunlar arasında Salih Ağabeyin valide-i merhumesi de vardır.

Bütün bu hadiseler ışığında, Salih Uğurtan ve kendisinden önce vefat eden diğer mü'minler okudukları bazı eski kitaplardan, Sevgili Peygamberimizin şerrinden şiddetle Allah'a sığındığı ve ümmetini sakındırdığı en dehşetli fitnenin tam ortasında oldukları, yani, Deccal'ın geldiği kanaatine vardılar. Yalnız bu kitaplardan deccalla aynı devrede en büyük ve son Mehdi'nin geleceği, müslümanların onun ordusunda asker olup Deccalı ve onun ordusunu kılıçtan geçirecekleri manasına gelen ifadeler bulunuyordu.

Hadiselerin en sıkışık olduğu sıralarda: "Hazırlanın! Birşey çıkacak..." diye bir araya gelmeye, harp âletleri toplamaya başladılar. Yaptırdıkları kocaman kılıçları haftada 3-4 defa biraraya gelip biletiyorlar, Hz. Mehdinin gelmesini bekliyorlardı. Salih Ağabey, "O anda zaptiye bizi tespit edip yakalasaydı sorgusuz sualsiz ipe çekerlerdi" diyordu bir sohbetimizde. Günler geçiyor, sık sık bilinen kılıçların ağızları gittikçe ufalıyordu.

Bu sıralar henüz Bediüzzaman'ı tanımayan Salih Ağabey bir rüya görüyor. Şöyle anlatıyor rüyasını:

 

Rüya ile gelen müjde

"Odamda yatıyorum. Baktım birisi pencereden bana bir mektup uzatıyor. Hayret ettim. Yahu pencere epeyce yüksek, ikinci katta, bu adam buraya kadar nasıl uzanıyor dedim. Bana uzattığı mektubu göstererek 'Bu mektubu oku' dedi. Aldım, baktım. 'Esselâmü aleyküm. Bismihi Sübhânehu' geri Arapça dedim: 'Ben Arapça bilmem.'  'Oku' diye ısrar etti. 'Cidden Arapça bilmiyorum' dedim, baktım bir parça ciddileşti. Kesin bir şekilde okumamı emrediyor. Heyecanlanmaya, telaşlanmaya başladım. O halimle yataktan fırladım."

Salih Ağabey bu rüyayı gördüğü sıralarda İnebolu'da meşhur bir Şeyh vardı. Rüya tabiri konusundaki isabetliliği o bölgede her tarafa yayılmıştı. Sabahleyin namazdan sonra ona giderek rüyasının tabirini sorar. rüyayı hayretler içerisinde dinleyen büyük zat Kur'ân-ı Kerimden bazı âyetleri okur ve Salih Ağabeye aynen şunu söyler: Sana müjde! Müjdelerolsun sana! Sen yakında bütün dünyayı manen idare eden birisinin elini öpeceksin. Bizden de çok selâm ve hürmet götürmeyi unutma. daha sonra çok geçmeden bu veli zat vefat eder. Salih Ağabey şaşkındır. Ve hâlâ kılıç bilemeye, Hz. Mehdiye asker olmak için kendisini zinde tutmaya çalışmaktadır.

O sıralarda İnebolu'da bir şâyia yayılır: "Kastamonu'ya bir Hoca Efendi gelmiş, onu merdiven altı gibi bir yere hapsetmişler, çeşitli işkencelere maruz bırakmaktadırlar... " İnebolu'dan öncelikle Ziya Dilek Ağabey merhum ve diğerleri gider elini öperler. Bu arada deccal konusunda her nekadar bazı kanaatlere varmışlarsa da yine de müteşabih bazı hadislerin manalarını karıştırmaktadırlar. Hadiste deccalın eşeğinin kulaklarının fil kulağı gibi kocaman olacağı, ayaklarının yumuşak olacağı, yürürken de arkasından şiddetli bir ses ve pis bir koku bırakacağı rivayetini okumuşlar. Bu konuyu Bediüzzaman'a sorduklarında şu cevabı veriyor: "Kardaşım, şu bildiğiniz otomobil bir parça o tarife benzemiyor mu? Bunun da kapıları fil kulağı gibi, ayakları (lastikleri) yumuşak ve giderken arkasından hem pis bir koku, hem de ses çıkarıyor."

 

"Bu zamanın cihadı mânevî kılıçladır"

Bu cevaptan sonra kanaatleri daha da kesinleşmiş. Üstad kendilerine muhtelif konularda ders verip asrın cihad tarzının kılıçla, topla, tüfekle değil, kitap yazmakla, okumakla, fikirle ve ikna ile olduğunu izah ettikten szonra ayrılmak üzere kalkarlar. Mealen söyleyebileceğiz, Bediüzzaman: "Kardaşım, maddi kılıçlarkınına girsin. Artık zamanın mücahedesi manevi kılıçlarladır" diyerek ellerine birerkitap tutuşturur. Hz. Üstadın yüksek şahsiyeti ve veciz sohbeti karşısında kendilerinden geçen bu zatlar dışarda kendilerine geldiklerinde birbirlerine sorarlar: "Yahu Hoca Efendi bizim kılıç bilediğimizi nereden biliyordu?"

Çok geçmeden Salih Ağabey elini öptüğü zatın "Dünyayı manen idare eden zat olduğunu keşfetmiş, bugün-yarın geleceğini umdukları zatın bilerek veya bilmeyerek belki de lisan-ı halleriyle yaptıkları halis duaların neticesi olarak, manevi ordusunun safları arasında buluvermiştikendisini.

 

"Kilipli kapı nasıl açıldı?"

Bu arada Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu'ya ilk sürgün olduğu sıralarda enteresan bir hadise cereyan eder. Salih Ağabey hadiseyi bizzat yaşayan Sinoplu bir polisten naklen anlatıyor.

"Üstadı karakolda merdiven altı gibi dehşetli soğuğun bulunduğu bir yere kapatıp Alman kilidi vuruyorlar. Sinoplu polise de 'Bunu zehirle, öldür ne yaparsan yap' diye emir veriyorlar. Hadiselerin birinci şahidi Sinoplu polis o ankalbine tarifinde güçlük çektiği bir hürmet ve hizmet etme arzusu olduğunu beyan ediyor. İlk hafta içerisinde bir gece sabaha karşı kontrole geliyor. Fakat kocaman Alman kilidi sökülmüş, demir parmaklıklı dış kapı açık. İçeriye yatağın olduğu yere koşuyor, yatak sıcak. Ama kimse yok. Kendi tabiriyle 'Can korkusuyla kan beynime sıçradı' diyor. Birazdan Hz. Üstad elinde su ibriği içeriye giriyor. Elini Sinoplu polisin göğsüne dokundurarak: 'Korkma Mehled! Bu zalimler ne sana, ne bana dokunamayacaklar' diyor. Ve hemen ardından kapıların kendikendine şangır şangır kapandıklarına şahid oluyor."

Bediüzzaman bu ilk ikamete mecbur bırakıldığı yerde üç ay tutuluyor. Bu üç ay süresince Kastamonu'nun bütün askeri ve mülki amirleri hastalanıyorlar. Daha sonra başlarına gelen bu musibetin O Hocayı sıkı işkence ve zulüm altında tutmalarından kaynaklandığına hükmederek Bediüzzaman'ın ev kiralamasına izin veriyorlar.

Bediüzzaman yeni evinde bütün gayretiyle hizmetine devam ediyor. Her türlü korkuyu göz önüne alarak bir kısım talebeler ve özellikle isimleri yukarıda mezkûr şahıslarsık sık ziyaretine geliyor, kendisindenaldıkları kitapları harıl harıl çoğaltıp dağıtıyorlar.

 

"Beşinci Şua'yı kuşlar müjdeliyor"

Üstad İnebolu'yu ve İnebolu'daki talebelerini çok methediyor. Bazı köylerinde bin kalemin risale çoğalttığını bildiğimiz Isparta'ya benzeterek şu şirin ilçeye, İnebolu'ya "Küçük Isparta" namını takmıştır. Bilindiği gibi Risale-i Nurları çoğaltmakta ilk teksir makinesi de bu talebeler tarafından kullanılmıştı.

Harıl harıl risaleleri çoğaltmaya devam ediyorlar. Başkalarından yine hayretengiz hadiseler geçiyor. Jandarmalar, karakol komutanı ve CHP'lilerden bir türlü kurtulamıyorlar. Ama Nurları yazarken şahid oldukları inayetler şevk ve gayretlerini bütün şiddetiyle arttırıyor. Salih Ağabeyin evinde bir ders ve sohbet esnasında şöyle birşey anlattı:

O sıralar Beşinci Şua yazılıyor. Ve bu çok mühim risaleyi çoğalttıkları sırada tanımadıkları garip kuşlar geliyor. Hemen her Nur talembesi bu hadiselere şahid oluyor. Ne zaman Beşinci Şuayı yazmaya dursalar gelip camlara vuruyor, ısrarla içeri girmek istiyor. Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseleri "Kuşların yapılan hizmetleri ve özellikle asrımız mü'minleri için çok mühim olan Beşinci Şuanın neşrini müjdelemek ve tebrik etmek için geldikleri" mânâsında yorumluyordu.

Bu hatıraları kaleme alan Muhammed Boz'a teşekkür ediyoruz.

Ses Yok