Son Şahitler | Emirdağ Şâhitleri(II) | 29
(1-75)

ABDÜLVAHİD TABAKÇI

 

1927'de Eskişehir'in Belpınar köyünde doğdu. 1950'lerden sonra Nur Risalelerini ve Bediüzzaman'ı tanıdı. Bediüzzaman zaman zaman  Eskişehir'deki evinde misafireten bulundu.

 

Abdülvahid Tabakçı hatıralarını şöyle anlatıyordu:

"1953'lerde Eskişehir hapsinde bulunan bazı akrabalarım Üstadın harika hallerinden bahsederdi. Bilâhare ağabeyim ve annem de Emirdağ'a kendilerini ziyarete gittiler.

"Kayınpederim Şuayib Efendi Risale-i Nur eserlerine ve Üstada çok bağlıydı. Sabah namazını kıldıktan sonra öğleye kadar risale yazardı.

"Bediüzzaman hakkında, 'Bu zâta neden bu kadar bağlanıyorlar?' diye düşünürdüm. 1951 yılında ağabeyim Şuayib Tabakçı ile birlikte Üstada gitmeye karar verdik. Emirdağ'a vardığımızda vakit akşam olmuştu. Akşam namazını camide kılıp Üstadın evine geldik. Evinin merdivenlerinden çıkarken Üstad bizi gördü. Eliyle işaret edip, haber gönderdi. 'Şuayib'lere selâm söyleyin' dedi. Şuayib'lerden birisi ağabeyim, diğeri de kayınpederimdi. Bu bir anlık muhavereydi, ama bende çok  şiddetli tesir etmişti. Kendimden geçer gibi olmuştum.

"Aradan birkaç gün geçtikten sonra, yine yolum düştü. Mezarlığın yanından geçiyorduk. Kendileri de oradaydı. Arabayı durdurup yanına vardık. 'Oğlum Abdülvahid, kabristanın yanından geçerken ölülere, 'Elem neşrah leke'yi okumadan geçmeyin' dedi.

 

"İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafazası zor"

"Üçüncü görüşmemiz Eskişehir'de Yıldız Otelinde olmuştu. Otelin hademesinden kaldığı odayı öğrenip yanına çıktım. İçeri girip selâm verdim. Kaşları çatık  vaziyette baktı. 'Otur' işaretini yaptı. Kendisi Cevşen okuyordu.

"Cevşen'i kapatıp şöyle dedi: 'Annen ile baban hacca gittiler, değil mi? Allah kabul etsin.'

"Hayretimden donakalmıştım. Devamlı olarak yüzüne bakıyordum. Hiddetle, 'Yüzüme bakma!' dedi. Bu arada söylediği bir sözünü de hiç unutmam: 'İhlâs ile imanı kazanmak kolay, ama muhafaza etmek çok güç.'

 

"Üstadın Tatarlarla ilgisi"

"Kafkasyalı ve Tatar olduğumuz mevzubahis edildiğinde çok iltifat etmişti. Şöyle demişti:

"Ben Tatarları beş vakit duama dahil etmişim. Bir zamanlar esarette iken, Kosturma'da iki ihtiyar Tatar kadını, bir küçük pencereden benim yiyeceğimi getirip, bana yardım ediyorlardı. Belki de onlar benim kurtulmama ve Risale-i Nur Külliyatını yazmama vesile olmuşlardı. Bütün Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Hattâ 1948'de bana zehir veren Afyon savcısı da Tatardı. Abdülvahid, sen neredeyse onu ara bul, mektup yaz. Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem, ondan hak talep etmeyeceğim. Hakkımı helâl ettim.'

"Üstadın bu dersinden sonra, o zaman Gaziantep'te bulunan o zata mektup yazdım ve Üstadın sözlerini naklettim.

"Birgün bizim evde Üstad Hazretleri, Yaşar Zeydan, Erhan Erbatlı ve Yakub Aysel beraber bulunuyorduk. Üstad, Erhan'a hitaben, 'Sen Tatar mısın?' dedi. Erhan da utanarak, 'Evet' diye cevap verdi. Üstad, 'Ben Tatar kabilelerini beş vakit duama kabul etmişim. Bana onlar Sibirya'da çok yardım ettiler' dedi. Bunun üzerine ben de, 'Üstadım, Yakub Bey de Tatardır" dedim. Üstad ayağa kalkarak Yakub Beyi kucakladı.

 

"Kabrimi gizleyiniz"

"Birgün de Üstad Hazretleri şöyle demişti:

"Ben hayattan ayrılacak olursam, benim kabrimi gizleyiniz. Eğer ben Eskişehir'de vefat edersem Muttalib'e defnedersiniz. Emirdağ'da vefat edersem, kaldığım yere (o zaman kaldığı eve), Isparta'da vefat edersem Çam Dağına defnedersiniz.'

 

"Üç müşkilimi de halletmişti"

"Bir ara mühim, üç müşkilim vardı. Bunlar sabah namazına kalkamamam, hasta oluşum ve dedem ile ilgili olarak görmüş olduğum bir rüya idi. Bunların halli için Üstaddan medet bekliyordum. Ancak bir türlü fırsatını bulup söyleyemiyordum.

"Birgün, daha ben derdimi söylemeden üstad şöyle dedi: 'Oğlum Abdülvahid, namazlarını bırakma. Bilhassa sabah namazlarını. Sen merak etme, annen veya refika-i hayatın sabah olunca seni kaldırsınlar. Hastalık insan için bir temizleyicidir. Zahir ibadetlerden daha sevaplıdır. İnsanın yüksek mertebeye çıkmasına vesile olur. İbadetine, hizmetine engel olmadığı müddetçe üzülme.'

"Sonra da, 'Ben bir zamanlar anne ve babamı şöyle bir rüyada görmüştüm' diyerek rüyasını anlattı ve sözlerin şöyle tamamladı: 'Mâşallah, senin anne ve baban bahtiyardır.'

"Bütün bu konuşmalarıyla üç derdimi de halletmiş oluyordu. Ondan sonra hizmetlere daha bir şevkli koştum. Sobacı H. Ali Osman Ağabey ile öylesine hizmete dalmıştık ki, bir türlü Üstadı görmeden edemiyorduk. Gece-gündüz hep onunla beraberdim, onunla meşguldüm. Dayanamayıp Emirdağ'a gittim.

"Giderken kayınpedere uğradım. Hem risale okuyup, hem ağlıyordu. 'Ben de risaleyi defalarca okumuştum, ama böylesine analayamamıştım' diyordu. Veda edip ayrıldık. Ankara'dan Nuri isimli bir arkadaş ve Mustafa Türkmenoğlu ile birlikte yola koyulduk. Yolda birçok inayet ve teshilata mazhar olduk.

"Üstadın yanına gittiğimizde Yarbay Reşat Bey de oradaydı.

"Kendilerini ziyaretlerimiz sık sık tekerrür ederdi. Bir ara üç bavul dolusu risaleyi Emirdağ'a götürmüştüm. Üstad ağabeyime, 'Ben Eskişehir'e Abdülvahid'i tebrik etmek için gelmiştim. Kafkas muhacirlerinden birisinin Nur Talebesi olmasını isterdim. Allah'a hamdolsun , onu da nasip etti.' Eve geldiğimde ağabeyim gözyaşları arasında, Üstadın teşriflerini ve tebriklerini bildirdi. Derecesiz memnun ve mesrur olmuştum.

 

"Üstadın bizim evde kalışı"

"Üstadın bizim evde kalmasını arzu ediyorduk. Hattâ evi hazırlamıştık. Ancak o zaman, Eskişehir'de hizmetin ön saflarında bulunan Saatçi Şükrü Kardeşin kalbine birşeyler gelir endişesiylle bir türlü arzumuzu tahakkuk ettiremiyorduk. Birgün Üstad onlara gelmiş. Ancak onlar evde yokmuş. Biz de o gün evde yok idik. Üstad, 'Ben Abdülvahid'in evine gideceğim' demiş. Gelmişler, üst kata çıkmışlar. O gün de poyrazdanesen rüzgâr sobayı tüttürmüş. Üstad üşüyor, rahatsız. Ben ise evde yokum. Ağabeyler de hararetle beni arıyorlarmış. Ben durumdan habersiz eve geldim. Hemen bir kazma ile diğer cihetten bir delik delip, sobanın istikametini değiştirdik. Ve öylece Üstad bizim evde kalmaya başladı.

"Birgün Üstad eve geldiğinde, 'Bu evin kirası kaç para?' diye sordu. Ben ne cevap vereceğimi bilememenin sıkıntısı ile kıvranırken Zübeyir Ağabey imdada yetişti.

"Üstadım, buradaki kardeşler hissedar olmak istiyorlar' dedi. Üstad, 'Bana bu gece ihtar edildi. Hiç olmazsa beşte birini vereyim. Kaç liradır buranın kirası?' diye tekrar sordu. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Evin normal aylığı olan 150 lirayı söylemem mümkün değil. Az söylesem yalan olacak. Yine Zübeyir Ağabey imdada yetişti. '20 liradır, Üstadım. Beşte biri dört lira yapar' dedi. Üstad, 'Ben altı aylığını vermem lâzım' dedi ve 25 lirayı çıkarıp verdi. Resimsiz altı kuruşluklar ile, sarı 25 kuruşlukları kullanırdı.

 

"Uhuvvete önem verirdi"

"Köyde bulunduğum gönlerden bir gündü. Yoldan Üstadın arabasının geçtiğini gördüm. Koştum. 'Bir araba gelse de Üstada yetişsem' diye düşünürken hemen bir araba geldi ve binip Eskişehir'e geldim. Doğruca Yıldız Oteline gittim. Muhasebeci kardeşlerden biri orada idi. Hemen, 'Üstad geldi' dedi. Ben de, 'Geldiğinden haberim var, ama nereye gittiğini bilmiyorum. Bize gitmese bari' dedim. Üstad Hazretlerinin devamlı olarak bizde kalmasından diğer arkadaşların kalben münkesir olmamalarını istiyordum.

"Hayır, hayır. Size değil. Şükrü'lere gitti' dedi.

"Koşarak oraya gittim. Üstadın çok celâlli olduğunu söylediler. Yanına vardım. Karyolada oturuyordu. 'Kardeşim, ben bir sebebe binaen buraya geldim. Kalbine birşey gelmesin' dedi. Ben de hemen daha önce kalbimden geçenleri söyledim. 'Üstadım, hep bizde kalıyorsunuz. Diğer kardeşlerin de kalbine birşey gelmesini istemiyordum. Onlar da mahrum olmasınlar, diye düşünüyordum. Vahdet ve tesanüdümüze bir zarar gelmesin arzu etmezdim' dedim. Bu sözlerim duyan Üstad ayağa kalktı. Yanıma gelerek bana sarıldı ve uhuvveti tesis edici cümleler ifade etti.

 

Menderes'i karşılama

"O günlerde uçak kazasından sâlimen kurtulan Adnan Menderes Eskişehir üzerinden Ankara'ya gidecekti. Üstad, Ceylân ile birlikte bize, 'Gidin, onu karşılayın. Benden de selâm söyleyin' dedi. Arkadaşlarla birlikte gidip karşıladık. Ancak emniyet mensupları görüşemeyeceğimizi bildirdiler. Biz de kendilerine hitaben bir mektup yazıp, Üstadımızın duaların ve Nur talebelerinin geçmiş olsun temennilerinin bildirdik.

"Birgün Üstad, 'Bu gece Isparta'da evliyaullahın toplantısı var. Bana ihtar edildi. Evin iki senelik kirasını vermem lâzım' dedi.

"Ben de samimiyet bularak dedim: 'Üstadım, herhalde benim malım ve param kirli ki, Risale-i Nur hizmetine lâyık görülmüyor. Ashab-ı Kirâm mallarıyla, canlarıyla cihad etmiş.'

"Bunun üzerine Üstad ayağa kalktı ve gözlerimden öptü. 'Yine de iki aylığını vermem lâzım' diyerek bir reşat altını verdi. Biz de o altını bozdurup, Üstadın geliş gidişlerindeki masraflara harcadık.

 

"Son görüşmemiz"

"Vefatından altı gün önceydi. Evde öğle namazını kılıp, çevreyi sarmış halka ve polislere hitaben, balkondan şiddetli bir konuşma yaptı. Sonra da ayrılıp Emirdağ ve Isparta'ya uğrayarak Urfa'ya gitti.

"Üstad Urfa'ya ulaştığında şöyle bir telgraf aldım:

"Üstadımızla birlikte Urfa'ya vardık. Bizim burada kalmamıza müsaade etmiyorlar. Ankara ile temasa geçin, bize bir çare arayın.'

"Ben hemen Ankara'ya telefon edip Hasan Polatkan'ı aradım. Alâkadar olacağını söyledi. Ancak daha sonra Menderes'in İstanbul'a gideceğini mazeret göstererek yardımcı olmadı. Afyon milletvekili Orhan Köktar'ı aradım. Ona durumu anlattım. İki saat sonra yeni bir telgraf geldi. Üstadın vefatını haber veriyordu.

"Neye uğradığımı bilemedim. Hemen kardeşlere duyurduk. Bir araba ile hemen hareket ettik. Ancak Urfa'ya gittiğimizde defnedildiğini öğrendik.

"Ağabeyim Üstadın kabri başında Yâsin-i Şerif okudu. Urfa, civar vilayetlerden gelen binlerce insan ile dolup taşıyordu. O gün kuşlar bambaşka bir hava ve âhenk içerisindeydi. Ağaçlara toplamış olan kuşlar, muazzam bir koro halinde cıvıldaşıyorlardı. Büyük Üstad da Rahmâna kavuşmuştu. Allah gani gani rahmet eylesin."

Ses Yok