Hem o bedbaht zâhiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azâbını tâcil ediyor. Zira, o meyveler, nümûnelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına tâlib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini te’hir eder ve intizar ile telezzüz eder. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümatlı bir evhâm, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvâya hakkı vardır.
Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa; nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemâline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur. İşte, “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’anînin sırrı zâhir oluyor.