Sözler | Onİkinci Söz | 133
(130-136)

Halbuki: Kuvvetin şe’ni, “Tecavüz”dür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde “Boğuşmak”tır. Düstur-u cidâlin şe’ni, “Çarpışmak”tır. Unsuriyyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, “Tecavüz”dür... İşte bu hikmettendir ki: Beşerin saadeti selb olmuştur.

Amma hikmet-i Kur’aniyye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel “Hakk”ı kabûl eder. Gayede menfaate bedel, “Fazilet ve Rızâ-yı İlâhî”yi kabûl eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “Düstur-u teâvün”ü esas tutar. Cemâatlerin rabıtalarında; unsuriyyet, milliyet yerine “Rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabûl eder. Gayâtı; hevesât-ı nefsâniyyenin tecavüzâtına sed çekip, ruhu maaliyâta teşvik ve hissiyyât-ı ulviyyesini tatmin eder ve insânı kemâlât-ı insânîyyeye sevk edip insân eder. Hakkın şe’ni, “İttifak”tır. Fazîletin şe’ni, “Tesânüd”dür. Düstur-u teavünün şe’ni, “Birbirinin imdadına yetişmek”tir. Dinin şe’ni, “Uhuvvet”tir, “İncizab”dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, “Saadet-i Dareyn”dir.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur’anın, bütün kelimât-ı İlâhiyye içinde cihet-i ulviyyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitâbı vardır. Birisi; âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususî bir hâcete dâir, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri; saltanat-ı uzmâ ünvânıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyyet-i âmme haysiyyetiyle evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir.

İkinci Temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ bir ziyâ alır. O nisbetle Güneşle münasebettâr olur, sohbet eder ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hânesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifâde edebilir. Diğeri ise, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar. Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyâsıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnettarane bir sohbet eder. Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın”. Halbuki; âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur. O kayda göredir... İşte bu iki temsilin dürbünüyle Kur’ana bak... Tâ ki: İ’cazını göresin ve kudsiyyetini anlayasın...

Səs yoxdur