Sözler | OnÜçüncü Söz | 140
(137-162)

İşte, hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o ağaca dair biri çıksa, bir perde üstünde onun a’zâsına mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, dalından meyveye, meyveden yaprağa, bir tenâsüble bir sûret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa; elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşina nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân’ın dahi, hakîkat-ı mümkinata dair (ki o hakîkat; dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakîkatına dair) beyânât-ı Furkaniyyesi, o kadar tenâsübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer sûret vermiştir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammayı hilkatı keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Hakîm!” demişler. -temsilde kusur yok- esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi, şuun ve ef’âl-i Rabbâniyyeyi, bir şecere-i tûba-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nuranîyyenin daire-i âzameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-ı mütenahî fezâ-yı ıtlakta yayılıp îhatâ ediyor. Hudud-u icraatı,



hududundan tut tâ



hududuna kadar uzanmış o hakîkat-ı nuranîyyeyi; bütün dal ve budaklarıyla, gayât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakaik-i esmâ ve sıfâtı ve şuun ve ef’âli beyân etmiştir ki, bütün ehl-i keşf ve hakîkat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o Beyânât-ı Furkaniyyeye karşı “Sübhânallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.

Səs yoxdur