Sözler | OtuzBirinci Söz | 562
(559-589)

Diğeri ise: Âyineyi bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şa’şaa-i saltanatını görür ve bizzât perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyâsı ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnetdarane bir sohbet edebilir ve diyebilir: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş!. Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın; bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi..” Halbuki: Evvelki âyine sahibi böyle diyemez. O âyine kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur. O kayda göredir.

İşte Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samedin tecellisi, ma-hiyyet-i insânîyyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder.

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniyye ile bir tezahürdür ki: Herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne esmâ ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyyeti var. Galib-i esmâ ve sıfâtın zılalinde giden velâyetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsânın câmiiyyeti; ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta, cilveleri tezahür eden Esmâ-i Hüsnâyı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenâb-ı Hak, tecelli-i Zâtıyle ve Esmâ-i Hüsnâ’nın âzamî mertebede, nev’-i insânın mânen en â’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki; bu tezâhür ve tecelli, Mi’râc-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; O’nun velâyeti, risâletine mebde’ olur. Velâyet ki; zılden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risâlette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin Ehadiyyetine bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi’rac ise, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) keramet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılâb etmiş. Mi’racın bâtını, velâyettir; halktan Hakk’a gitmiş. Zâhir-i Mi’rac, Risâlettir, Hak’tan halka geliyor. Velâyet, kurbiyyet meratibinde sülûktur. Çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u a’zam olan Risalet ise, akrebiyyet-i İlâhiyyenin inkişâfı sırrına bakar ki; bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için Hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”

Səs yoxdur